ANKARA - Siyasal iktidarın toplumu borçlandırmayı bir yönetim aracı olarak kullandığını belirten Prof. Dr. Mustafa Durmuş, “Borçlu kitlelerin, artık tepki göstermelerinin önünün açılacağı bir dönem geliyor” dedi.
Spekülatif finans göstergelerine rağmen yurttaşın hissettiği ekonomik kriz, içinden çıkılmaz bir hal aldı. Bir yandan ekonomi "büyürken", diğer yandan toplumsal yoksulluk dip yaptı. Bir tarafta 10 milyona ulaşan işsizlik, hızla batmakta olan küçük esnaf, haciz adı altında mülküne el konulan çiftçi ve borcunu ödemeyen hane halkı dururken, diğer taraftan ise devlet çeşitli desteklerle sermayeyi kurtarma peşinde.
Üçüncü çeyrekte açıklanan "büyümeyi" sanal olarak yorumlayan Ekonomi-Politikçi Prof. Dr. Mustafa Durmuş, toplumsal refahı, ekolojiyi gözetmeyen, eşitsizlikleri ortadan kaldırmayan, kadını kapsamayan, kimlikleri güçlendirmeyen ve tüm kimlikler arasındaki eşitliği sağlayamayan büyümnin doğru olmadığını söyledi.
Durmuş, çözümün ise emeğin, emekçinin, doğanın ekonomisini yaratmak ve bunun alt yapısının ise ancak yerelleşme ve kooperatiflerle mümkün olduğunu dile getirdi.
Durmuş, ekonomideki gelişmeler ve devletin sınıfsal karakterine ilişkin Mezopotamya Ajansı’nın sorularını yanıtladı.
Neredeyse her gün bir ülkenin ekonomik olarak büyüdüğüne tanıklık ediyoruz. Bunlarda biri de Türkiye. Üçüncü çeyrekte 6,7 büyüme ne anlama geliyor?
Üçüncü çeyrek ekonomi büyüme verilerinin oldukça yüksek olması bekleniyordu. Nitekim Türkiye’nin üçüncü çeyrek verileri yüzde 6,7 olarak gerçekleşti. Bir önceki döneme göre ise yüzde 15,6’lık bir büyüme vardı. Ekonomide yaşanan büyüme, görünürde yüksek büyüme gibi lanse edilse de işin özü bu değil. Öncelikle Türkiye ekonomisindeki büyümeyi özellikle de gelişmiş ekonomilere kıyasladığımız zaman, söz konusu ülke ekonomilerinin Türkiye ekonomisine oranla daha yüksek büyüdüğünü görürüz. İkincisi olarak, söz konusu büyüme sadece üç aylık bir büyüme. Bir önceki çeyrekteki ekonomi o kadar büyük bir düşüş sağladı ki yüzde 9,9 oranında bir küçülme, yani dibe vuran bir ekonominin yukarı çıkma biçimi. Düşüş çok büyük olduğunda, büyüme de ona bağlı olarak yüksek çıkıyor. Ama dikkat edin; yüzde 10 düşen bir ekonomi, yüzde 6,7 ile çıkabildi. Bu da toparlanma anlamına gelmez. Diğer bir şey ise ekonominin dördüncü çeyrekte büyümeye devam edip etmeyeceğidir. Kapanmaların tekrar başlaması aslında dördüncü çeyrekte ekonominin tekrar keskin bir şekilde daralacağını gösteriyor. İşin özeti; söz konusu büyüme sanal bir büyümedir.
İşaret etiğini sanal büyümenin topluma faydası var mı?
Sonuç olarak üç aylık büyümede işçilerin milli hasıladan aldıkları pay azalırken, patronların aldıkları pay yüzde 50’den yüzde 55’e çıkmış.
Mevcut büyüme hane halklarına ve şirketlere borç demektir. Hane halkı ve şirketlerin bir yandan borçları artarken, diğer yanan gelirleri azalıyor. Ama bankaların kar artışına faydası oldu. Şöyle ki, bu dönemde bankaların ciroları yüzde 49, karları ise yüzde 28 arttı. Bunun karşısında ise üç aylık büyümeye baktığımız zaman, işçilerin aldığı ücret biçimindeki pay yüzde 32’den yüzde 29’a düşmüş. Sonuç olarak üç aylık büyümede işçilerin milli hasıladan aldıkları pay azalırken, patronların aldıkları pay yüzde 50’den yüzde 55’e çıkmış. Bu şunu gösteriyor, büyüme aslında ağırlıklı olarak işveren kesiminin işine yarayan bir büyüme olmuş.
Meclis Genel Kurulu’nda görüşmeleri başlayan 2021 bütçesi ve 17 Kasım’da yürürlüğe giren “Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” ile sermayenin öncelendiği yorumları yapılıyor. Her iki durumda da devletin sermayeyi öncelemesi bize neyi anlatıyor?
Bütçe ile torba yasası birbirinin tamamlayıcısıdır. Bütçede yapamadıklarını torba yasada yaptılar, torba yasada yapamadıklarını bütçe de yapmış oldular. Genel Kurul’da görüşülen bütçeye baktığımızda, Kovid-19’un derinden vurduğu yoksullara ve ezilenlere dair somut bir adım yok. Yine sağlığa ilişkin olarak ayrılan kaynağın çok büyük bir kısmının şehir hastanelerine, kira ödemelerine ve mal ve hizmet alımları biçiminde ayrıldığını görüyoruz. Kovid krizinin fırsata çevrildiği de kendisini bütçede gösteriyor. Şehir Hastaneleri ve Kamu Özel Ortaklığı biçimindeki sermayeye kaynak aktarımının bir aracı olarak kullanılmış. Bütçenin ekonomik kriz konusunda da herhangi bir yaklaşımı yok. Dolayısıyla bütçenin kaynakları her zamanki gibi, sermayeye, savaşa ve militarizme aktarım biçiminde gelişti.
“Bütçede yapamadıklarını torba yasa ile yapıyorlar” dediniz. Torba yasa ne içeriyor?
Bütçenin paralelinde yürürlüğe giren bu torba yasada da devletin sınıfsal karakterini, devletin ne olduğunu çok daha rahat görüyoruz. Çünkü Torba yasanın kabaca dört boyutuna baktığımızda, devlet istihdamı teşvik etmek gerekçesiyle finansmanı İşsizlik Sigortası Fonu’ndan (İSF) karşılanmak üzere patronlar için maliyet unsuru sayılan sigorta primi gibi ödemelerini üstleniyor. Yine (Madde 12- 4447 Sayılı Kanun Geçici Madde 27 (1.Fıkra/b) bendi ile) salgın sırasında ücretsiz izin adı altında gündeme getirilen günlük 39,24 liralık gelir desteği uygulaması uzatılıyor. Bunun yanı sıra çok sayıda vergi ve diğer kamu alacağının yeniden yapılandırılması ve bunların cezalarının ve gecikme faizlerinin iptali sağlanıyor. Bir diğer belki de en önemlisi ‘Varlık Barışı’ adı altında sermayedarların kayıt dışı paralarını meşrulaştırarak kullanabilmesine imkân tanınıyor. Dördüncüsü ise bu yılın sonunda bitecek olan faiz gelirlerine tanınan ‘Gelir Vergisi’ istisnası; 2025 yılına kadar uzatılarak rantiyeye kaynak aktarımı sürdürülecek.
Bahsettiğiniz dört boyutun tamamı sermayeye “kıyak” olarak nitelendiriliyor. Ancak faiz gelirlerine tanınan “Gelir Vergisi” istisnasının 2025 yılına kadar uzatılması ile mevcut iktidarın faiz karşıtı söylemlerine ters düşmüyor mu?
Devletin sınıflar karşısında bağımsız olmadığını, egemen olan sınıfın yanında ve genellikle de onun sorunlarını çözmek için müdahale etme biçimindeki yaklaşımını görmek lazım.
Bu aslında kendisine İslamcı yaftası yapıştıran siyasal iktidarın da faiz ile olan ilişkisini ortaya koyuyor. Yani retorikte faiz karşıtlığı söylemi var ama uygulamada faizin önünün açılması ve faizden vergi alınmaması biçimdeki bir uygulama söz konusu. Ama bunun devlet ile olan ilişkisini kurmakta fayda var. Bu kapitalist sistemin tek başına yapacağı bir şey değil. Tamam, kapitalist sistem sınıflara bölünmüş, özel mülkiyet, artı değer sömürüsü üzerine kuruludur, sınıf mücadelesinin yürüdüğü bir sistemdir… Bütün bunlar doğrudur ama bu sistemin çok önemli bir aktörü vardır. O aktör olmaksızın bu sistem yürüyemiyor. O aktör de devlettir. Devlet ve siyasal iktidar. Bu ikisi çoğu kez birbirinin içerisine geçiyor. Devlet bu sınıflar arasındaki mücadeleyi yumuşatmak, sınıflar arasındaki mücadelenin, düzenin bozulmasının önünde engel olmak, karlı sermaye düzenini sürdürebilmek için sıklıkla müdahale eder. Burada devleti de görmek lazım, devletin hangi sosyal sınıflardan yana tavır aldığını görmek lazım. Devletin sınıflar karşısında bağımsız olmadığını, egemen olan sınıfın yanında ve genellikle de onun sorunlarını çözmek için müdahale etme biçimindeki yaklaşımını görmek lazım. Devlet olmaksızın bunların yapılması mümkün değil.
Devletli sistemlerde “Sınırsız ve sonsuz insan ihtiyaçlarının, sınırlı ve kıt kaynaklarla en iyi şekilde nasıl giderilebileceğini inceleyen bir bilim dalıdır” biçiminde bir ekonomi tanımı söz konusu. Gerçekten de insan ihtiyaçları sınırsız, kaynaklar sınırlı mı? Bu tanımın altında yatan gerçeklik nedir?
Bu tanım yaklaşık 100 yıldır ana akım iktisat kitaplarına yer alan bir tanımdır. Bu tamda burjuva ideolojisinin dayattığı bir yaklaşımdır. Çünkü kaynakların kıt olduğunu söyler. Bunu da kaynaklardan ‘daha fazla pay istiyoruz’ diyen emekçilere karşı, ‘kaynağımız kıt’ gerekçesinin arka planını oluşturur. Bakın bugünlerde asgari ücret konuşuluyor. Asgari ücret konuşulurken de genellikle şu söyleniyor. ‘Keşke fazla kaynağımız olsaydı da işçimize daha fazla asgari ücret verebilseydik, ama kaynak kıt.’ Aslında bu tam bir burjuva yalanıdır. Kaynaklar kıt değil. Kuşkusuz ki kaynaklar sınırlı ve bunun içinde büyüme modellerini ekoloji ile uyumlu hale getirmemiz lazım. Bu anlamda kaynakların sınırlı olduğunu biliyoruz, ama verili anlamda kaynakların kıt olmadığını görüyoruz.
Şu an bile Dünya Gıda Örgütü’nde, 12 milyar insana yetecek kadar gıda üretimi, gıda kaynağı söz konusu. Peki, neden bir buçuk ya da iki milyar aç insan var dünyada? Kaynakların kıtlığında mı? Elbette ki hayır. Bunun sebebi kaynakların adaletsiz bölüşümünden, adaletsiz dağılımından kaynaklı. Peki, ihtiyaçlar sınırsız mı? Hayır, ihtiyaçlar da sınırsız değil. Bir insanın evinde beş tane lüks otomobil ihtiyaç mıdır? Evdeki her kişinin lüks bir otomobile sahip olması ihtiyaç mıdır? Değildir. Peki, bir insanın 500 takım elbiseye sahip olması ihtiyaç mıdır? Elbette ki değildir. Bakın ihtiyaç diyorlar emeği tahrip ediyorlar, iş cinayetlerine neden oluyorlar. Türkiye’de bu kadar büyük inşaatların yapılması ihtiyaç mıdır? Ama ihtiyaç olmamasına rağmen bunun arka planında ciddi rant ve kar söz konusudur. O nedenle iktisat tanımında başlayarak, iktisat anlayışının değişmesi gerekiyor.
Yani insanın toplumsal refahını, toplumun genel olarak refahını arttırmayan, ekolojiyi gözetmeyen, eşitsizlikleri ortadan kaldırmayan, kadını güçlendirmeyen, kimlikleri güçlendirmeyen ve tüm kimlikler arasındaki eşitliği sağlayamayan bir büyüme iktisadi olarak bizim kabul edeceğimiz bir büyüme değildir. O nedenle büyüme tanımı da iktisat tanımı da, bu yeni perspektif altında güncellenmeli ve özellikle de emekten, özgürlüklerden yana toplumsal hareketler yeni bir ekonomi programı konuşmalı.
Eleştirel ekonomistler devletin ekonomi üzerindeki etkisinin yaşanan krizlerden en büyük paya sahip olduğunu söylüyor. Bu bağlamda toplumun politikaya katılması ile ekonomi arasındaki ilişki nasıl olur?
Karar alma mekanizması devletten değil de biraz da yerellere dağıtılmış olsaydı, yerelde demokrasi ile güçlendirilmiş karar alma mekanizmaları söz konusu olsaydı, bu kadar tekçi ve yanlış politikaların önüne geçilebilirdi.
Türkiye bunun en somut örneklerinden bir tanesidir. Devletin ekonomiye müdahalesi Türkiye’deki krizi aştı mı? Yoksa derinleştirdi mi? Bu anlamda söylemek gerekirse, birincisi mali politikalarıyla müdahale ediyor. Yani çok zenginlerden vergi almıyor. Kurumlar vergisi hala yüzde 22 oranlarında ama bu şu anda en az yüzde 25’lerde olması gerekirdi. Yine servet zaten vergilendirilmiyor. Sanayiye dönük yatırımlarda çok cılız kalmış durumda. Peki, en çok hangi sektöre teşvik veriliyor diye baktığımızda, son 18 yılda inşaata teşvik veriliyor. Bunun sonucunda sayıları 10’u geçmeyen dünya devi haline gelen inşaat şirketleri ortaya çıktı. Bunlar siyaseti de belirliyorlar, etkiliyorlar.
Devlet bunları kurtardı ama bunları yaparken de toplumun bir bütünen düzenini bozdu ve ekonomi daha çok kırılgan bir hale gelmeye başladı. Ortaya çıkan sonuç şu, devletin yaptığı müdahale aslında krizi çözmediği gibi, sadece küçük bir grubu zenginleştirirken, bir bütün olarak toplumu derin bir krizle baş başa bıraktı. Ama erk, karar alma mekanizması devletten değil de biraz da yerellere dağıtılmış olsaydı, yereldeki demokrasi ile güçlendirilmiş karar alma mekanizmaları söz konusu olsaydı, bir mali desantralizasyon denilen yani kaynakların yerel tarafından kullanılmasını önü açılabilseydi; bu kadar tekçi ve yukarıdan aşağıya bana kalırsa yanlış politikaların önüne geçilebilirdi. İnsanların tekrar politik alana dönmesi lazım. Toplumsal alanın politikleştirilmesinin derin bir şekilde ihtiyacının yaşandığı bir dönemdeyiz.
En fazla merak edilen konulardan biri de kişi başına düşen ‘Milli Gelir’ konusu. Milli gelir 2020 yılı için GSYH tahmini 700 milyar dolar dolayında. Kişi başına bu kadar gelir düşüyor mu sizce?
Toplumda ekonomi büyüyecek, kişi başına düşen mili gelir artacak, tüm sorunlar çözülecek, toplum refah içinde yüzecek gibi bir algı söz konusu. Ama bu doğru değil. Bu bir kurgusal oyun. 1 trilyon liralık Gayri Safi Yurt İçi Hasılanız varsa; bu 80 milyonluk bir nüfusa sanki eşit dağıtılacak ve kişi başına düşen gelir bu kadar denilecek. Aslında kişi başına düşen değil, Fikret Başkaya’nın deyimiyle kişi başına düşmeyen gelir diye tanımlamak lazım. Çünkü kişi başına düşmüyor. Bunu bölseniz dahi, bu gerçekleşmiş olsa dahi toplumdaki eşitsizlikler nedeniyle bazılarının başına yıllık 100 TL bile düşmüyor, 500 TL bile düşmüyor. Bazılarının da 5 yüz bin, beş milyon düşüyor. Ondan dolayı kişi başına düşmeyen gelir diye tanımlamak lazım.
Bu da GSYİH kişi başına düşen gelir kavramıyla açıklayarak cazip ve çekici göstermenin yollarından bir tanesidir. Tam bir aldatmaca. Bunu kullanmanın hiçbir anlamı yok. Bu zaten gösterge bile olamaz. Bazı ülkelere baktığımızda kişi başına düşen gelir çok yüksek ama bir kadın yanında erkek olmadan otomobil bile süremiyor. Yani o ülkelerde kişi başına düşen mili gelir bizim 10 katımız. Diğer yandan Küba’da kişi başına düşen gelir son derece düşük ama insanları son derece özgür. Onun için kişi başına düşen gibi kavramlar da aynen iktisat kavramı gibi bizim değiştirmemiz gereken kavramlardan bir tanesidir. Bu anlamda da onun büyümesinde bir anlam yok. Sokaktaki insana nasıl yaşadığını sormak ve onu gözlemlemek lazım.
Bir diğer aldatmaca kavram da orta gelir tuzağı. Kişi başına düşen milli gelirin kâğıt üzerinde 10-8 bin dolar üzerinde seyretmesi “Orta Gelir Tuzağı” olarak ifade ediliyor. Bunu nasıl yorumlamak gerekir?
Diyelim ki kişi başına geliri, yani orta gelir tuzağı denilen yerden çıkardık ve kişi başı geliri 20 bin yaptık. Kişi başına düşen bir şey yok zaten. Çünkü eşit dağılım söz konusu değil. Bu bakış toptancı ve topluma hiçbir faydası olmayan bir bakış. Bizim orta gelir tuzağı yerine biz borç tuzağını konuşalım, işsizlik tuzağını, konuşalım.
Türkiye’de kişiler, hane halkları, esnaf ve şirketler borç batağında. Salgının etkilerini azaltmak amacıyla kullandırılan teşvik kredileri, borcun artmasının ana sebebi oldu. İstihdam alanının daralması, işsizliğin tarihi seviyelere ulaştığı bu dönemde, ihtiyaç kredi faizleri de yüzde 20’lere çıktı. Önümüzdeki süreçte borçlu bir toplumu, bekleyen en büyük sosyal felaket nedir sizce?
Borçlanmanın ikinci boyutu da siyasal iktidarların borçlanmayı toplumu yönetmenin bir aracı olarak kullanması. Türkiye’de bu korkuyla teslim alınmış kitleler var.
Borçlanma tabi ki, bir yandan bu kapitalizmin finansallaşması, özellikle 1980 sonrasındaki finansallaşmadaki artışın bir yansıması. Yani bu kadar çok kredi ki; kredi borç anlamına geliyor. Bunu kullananların ödedikleri faizler artmaya başlayınca, bu faizleri ödeyemez duruma düştükleri taktirde de evlerinden olabiliyorlar, işlerini kaybediyorlar. Sağlık harcamalarını yapamaz durumda kalıyorlar. Dolayısıyla borçlu bir toplum, iktisadi olarak sürdürülebilir bit toplum değil. Özelikle Kovid-19’dan sonra borçlarda 20 puanlık bir artıştan bahsediliyor. Çünkü Kovid ile mücadele için kullanılmış durumda. İnsanlar daha çok işsiz kaldılar ve daha çok krediye yönelmeye başladılar ve devletler de onlara gelir sağlamak yerine Türkiye’de olduğu gibi; kredilendirme biçimiyle ayakta tutmaya çalışıyor. Böylece borç birikiyor birikiyor ve artık ödenmez bir miktara gelmeye başlıyor. İflaslar kendisini göstermeye başlıyor. İşin bir boyutu bu, sürdürülemez. İnsanların daha çok faiz ödemesiyle ama asla içinden çıkamayacakları bir tuzağın içine düşmesiyle sonuçlanıyor.
Borçlanmanın ikinci boyutu da siyasal iktidarların borçlanmayı toplumu yönetmenin bir aracı olarak kullanması. Yani ‘ne kadar çok borçlandırırsam o kadar çok bana mahkûm olurlar’ anlayışı. Çünkü borç ödenmediği zaman çocuğunu okuldan almak, arabayı da evi de terk etmek zorundasın. Türkiye’de bu korkuyla teslim alınmış kitleler var. Bunun sürdürülebilir olması mümkün değil. O yüzden borçlu ve yoksul kitlelerin artık zaman içerisinde buna karşı bir tepki göstermelerinin önünün açılacağı bir dönem geliyor. Böyle bir dönemle karşı karşıyayız. Bu yüzden borç, gerçekten çok tehlikeli bir tuzak. Buna düşmemek gerekiyor, bunu yeniden sorgulamak gerekiyor.
Borçlanma ve borçların geri ödenememesi sorunu, aşamalı olarak bankacılık krizini tetikler mi?
Açar, bunu uzunca bir süredir ben de söylüyorum, konuşuyorum. Bunu çeşitli göstergeleri söz konusu. Eğer tahsil edilemeyen borçlar çok ciddi boyutlara ulaşırsa ki ulaştığını düşünüyoruz, bu bankaların bilançosunu bozacak demektir. Bankaların tahsil edemeyecekleri batık kredilerin olduğu anlamına gelmektedir. Bu batık krediler, bilanço, karlık hesapların bozulması bankaları çok ciddi şekilde sıkıntıya sokacaktır. Bu arada bir de döviz cinsinde bir artış, tahsil edilemeyen borçlarda döviz cinsinden bir artış. Yani döviz cinsinden borçlar eğer batık krediler içerisinde çok daha yüksek ise sorun burada da ortaya çıkmaya başlayacak. Çünkü dövizli krediyi dışarıdan alıyor bankalar, aracılık yapıyorlar ve içeriye satıyorlar. Bu kredileri tahsil edemedikleri zaman, kendileri dışarıya olan yükümlülüklerini yerine getiremeyecekler ve batmaya başlayacaklar. Bunlardan birkaç tanesinin batması, diğerlerin de batması anlamına geliyor. Sistemik bir kriz haline gelebilir. Çünkü bankalar tek başına hareket etmiyor. Kendi aralarında alışverişleri var. Merkez bankasından borçlanıyorlar, kendi aralarında borçlanıyorlar.
Bu durumda da bu kredilerin kaynağı ya da aracısı olan bankaları etkilememesi mümkün değil. Bu bankaları etkiler ve tıpkı 2001 krizinde olduğu gibi hatta ondan daha çok derin bir biçimde bazı bankaların devletleştirilmesi gündeme gelebilir. Döviz krizi ya da borç krizinin ardından bankaların bankacılık krizi genellikle gelir. Şu anda ekonomide reform, hukukta reform söylemleri dışarıdan para girmenin talep edilmesi, varlık affı, ‘ABD ile ilişkilerimiz daha da geliştireceğiz’ biçimindeki mesajlar aslında böyle bir süreci görmenin ama durdurmaya çalışmanın çabaları gibi gözüküyor.
Tüm bunlarla birlikte iktisadi şiddetin boyutunun batıdan Kürt kentlerine doğru yoğunlaştığını görüyoruz. Kürt kentlerinde işsizlik, yoksulluk ve gelir daha az iken, batıda görece daha iyi. Diğer taraftan Kürt kentlerinde yaşanan mera yasakları, yayla yasakları vb. sorunlarla bölge kentlerinde farklı bir ekonomi anlayışının yürürlükte olduğunu söyleyebilir miyiz?
Orada da kapitalizm var fakat çok daha şiddetlenmiş, şiddetli bir sömürü var. Her şeyin şiddetinin dozunun çok daha fazla yaşandığı bir bölgeden söz ediyoruz. İşsizlik orada çok daha fazla yüksek. Yani batı ile kıyasladığımız zaman, bölgedeki işsizlik oranının çok daha yüksek olduğunu görüyoruz. Genç işsizliğin özellikle belirgin bir şekilde çok daha yüksek olduğunu görebiliyoruz. Kişi başı düşmeyen gelir, o da çok çok daha düşük. TÜİK’in verilerine dayanarak söylüyorum. Bir başka veri gelir işsizliği vs. Tüketime bakıyorsunuz İstanbul’un tek başına toplam tüketimin yüzde 25’ini karşılıyor. Bölge illerinin toplam tüketimi yüzde 5’i geçmiyor. Bu korkunç bir şey.
Sadece gelir biçiminde değil, tüketim boyutuyla da inanılmaz bir refah kaybından bahsediyoruz. Bahsettiğim tüketim zorunlu tüketim. Ekonomik şiddet bazıları buna eko-soykırım diyorlar. Ekonomik şiddet bölgede çok daha derin bir şekilde yaşanıyor. Diğer eşitsizliklerle birlikte diğer adaletsizlik ve hukuksuzluklarla birlikte ekonomide de kendisini gösterdiğini çok açık bir şekilde söyleyebiliriz. Farklı bir ekonomi model uygulanmıyor ama çok daha sertleştirilmiş, bu işin tartışmasının çok daha başka yerlere gidebileceği bir modelin uygulandığının altını çizmekte fayda var.
Toplumun sömürgeleştirildiği gerçeğine karşılık hangi ekonomi modeli kurtarıcı olur ve çözüm nedir?
Diyarbakır halkının kendisine sormadan ve samimi olarak onun taleplerini ve sorunlarını dinlemeden çözüm üretemezsiniz.
Bir krizden çıkış programı önerdiğiniz zaman, ‘kimi krizden kurtarmak istiyorsunuz’, ‘uyguladığınız ekonomi politikalarıyla kimi rahatlatacaksınız, kimi kurtaracaksınız’ diye sormak gerekiyor. Şu ana kadar bu sorunun cevabı belli; sermaye kesimi, zenginler, servet zenginler, yandaşlar vs. Bütün bunları kurtarmak için bir ekonomi programı, ekonomi paketi devreye konuluyor ki zaten ekonomik modelin kendisi de zaten böyledir. Bunun karşısına biz emeğin, emekçinin, doğanın ekonomisini koymamız lazım. Bunu düşündüğünüz zaman bazı yerlere varabiliriz. Bunun için yerel güçlendirilmeli, yerelleşmeye önem verilmeli. Kamu istihdam programları yerel yönetimler ve yerel her birim tarafından hayata geçirilmeli. Bunlar komünler, kooperatifler, meclisler, belediyeler olabilir. Yani sorunları merkezden tanımlayıp, çözmek, kaynakları buna aktarmak yerine, işi tersine çevirmek, sorunları yerelden çözmek lazım.
Diyarbakır halkının kendisine sormadan ve samimi olarak onun taleplerini ve sorunlarını dinlemeden çözüm üretemezsiniz. Benzer bir şey Trabzon içinde geçerlidir. Yerelleşme bunun için çok önemlidir. Yani yerelden sorunun tespit edilip, yerelden çözümler üretilmesi… Bunun için de yereli güçlendirecek kaynaklar lazım. Belediyeler, kooperatifler, işçi kooperatifleri, çiftçi kooperatifleri, tarım kooperatifleri yani demokratik kooperatifler dediğimiz kooperatifler aracılığıyla yürütülmelidir. Biz başlı başına kooperatifleşmeyi, yerelleşmenin, yerel demokrasinin bir ayağı olarak savunmak durumundayız. İstihdam da böyle yaratılır. Kamusal kaynaklarda en iyi böyle kullanılır. Yoksullukla mücadelede en iyi böyle yapılır. Çok büyük matbu ölçülerde düşünmeye gerek yok. Biz ölçeği küçültebiliriz ve küçültmeliyiz. Ölçeği küçülttüğünüz zaman yerelleştirilmiş oluyorsunuz zaten. Bunların koordinasyonu da demokratik bir öz planlamayla yapabilme şansına her zaman sahip olabilirsiniz.
MA/ Selman Güzelyüz