23 yılda 680 başvuru: Militarist yapıyı korumak için sözleşmeden çıkıldı

  • kadın
  • 09:16 30 Haziran 2021
  • |
img

İSTANBUL - Devlet kaynaklı cinsel şiddet nedeniyle 23 yılda 680 kadının Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’na başvurduğunu belirten Eren Keskin, İstanbul Sözleşmesi’nin yöneticileri rahatsız ettiğini söyledi.

Devlet bağlantılı çete yöneticisi Sedat Peker’in ifşaatları ile mafya-siyaset-devlet ilişkileri bir kez daha kamuoyunun gündemine oturdu. Tartışılan ilişki ağı 1990’lı yıllarda işlenen “faili meçhul” cinayetlerin yanı sıra kadına yönelik cinsel şiddeti bir kez daha gündeme getirirken, devlet bağlantılı yapıların militarist devlet yapılamasındaki yeri ve konumu da somut olarak gözler önüne serildi. 
 
Toplumsal tarihin başından bu yana cinsiyetçi erkek egemenliğinin her türlü saldırısıyla karşı karşıya kalan kadınlar, en çok savaş, etnik veya siyasal çatışmalarda hedef alındı, cinsel saldırılar bu süreçlerde sürekli rastlanılan bir şiddet türü oldu. Tehdit ve intikam biçimi olarak savaş aracı olarak kullanıldı, devlet politikası haline getirildi. Kadınların mücadeleleri sonucu ise tecavüz uluslararası hukuk literatürüne “savaş suçu” olarak dahil edildi. Ancak gerek yaşadığımız coğrafyada gerekse de dünyanın birçok yerinde bu suç hala devam ediyor.
 
DEVLET KAYNAKLI CİNSEL ŞİDDET 
 
Türkiye’de 1980 döneminde başta gözaltı ve cezaevlerinde olmak üzere politik kadınlara yönelik bir sindirme aracı olarak kullanılan cinsel şiddet, Kürt sorunundan kaynaklı 40 yılı aşkın süredir devam eden savaşın da bir yöntemi haline getirildi. Politik kadınların yanı sıra erkeklere karşı da bizzat tehdit unsuru olarak kullanıldı. 1997 yılından bu yana gözaltında cinsel taciz ve tecavüze karşı hukuki çalışmalar yürüten Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’na 2020 yılı itibariyle 683 kadın, (3 başvuru Berlin Bürosu açılmadan önce Almanya’da alındı) devlet kaynaklı cinsel şiddet nedeniyle başvuru yaptı. Türkiye’deki 680 başvurunun 70’i, cezaevlerinde bulunan kadınlar tarafından yapıldı. Başvurucu kadınların 37’si de yurtdışına çıkmak zorunda bırakıldı. 
 
TECAVÜZ VE TACİZ 
 
Verilere göre, 107 kadın tecavüz, 576 kadın cinsel tacize maruz kaldı. 4 kadın, tecavüzün uzun vadeli etkisi sonucu intihar etti, 1 kadın işkence sonucu öldürüldü. 14 yaşındaki kız çocuğu, tecavüze uğradıktan sonra akrabaları tarafından “namus temizleme” gerekçesiyle öldürüldü, 1 kadın işkencenin uzun vadeli etkisi sonucu öldü. 1 kadın, işyerinde tecavüze maruz bırakıldı. Ailesi hakkında ölüm kararı çıkardı. 4 kadın zorla fuhuşa sürüklenirken, 26 kadın kayıtsız gözaltında taciz ve tecavüze, 1 kadın basın yoluyla cinsel tacize maruz bırakıldı. 11 kadın işkence sonucu bebeğini düşürdü, 20 kadın 3 buçuk ve 10 yaşlarındaki çocuklarıyla birlikte işkenceye maruz kaldı. 7 kadın tecavüze uğradıktan sonra hamile kaldı (3 çocuk yaşıyor, 2 çocuk aldırıldı 1 çocuk ise ölü doğdu), 6 kadın bekaret kontrolüne maruz kaldı. 
 
507 BAŞVURUCU KÜRT 
 
Cinsel işkenceye maruz kalan kadınların 168’i savaş, 344’ü siyasi, 18’i ailenin erkek üyelerini konuşturmak ya da ailenin erkekleri hakkında bilgi almak, 17’si ailenin siyasi üyelerinden dolayı cezalandırılmak, 136’sı adli nedenlerden dolayı gözaltına alınırken (adli nedenlerden dolayı tecavüze uğrayan 24, cinsel tacize maruz bırakılan 112), yapılan başvuruların 507’sini Kürt kadınlar oluşturdu. Diğer başvuruların dağılımı ise şöyle: Türk 156, Süryani 2, Alman 1, Roman 4, Bulgar 1, Romen 1, Avusturya 1, Arap 5, Türkmen 2, Özbek 1, Moldova 1, Ermeni 1. 
 
FAİLLERİN DAĞILIMI 
 
Türkiye’de taciz ve tecavüz suçu işleyen faillerin dağılımı ise devlet görevlilerini işaret ediyor. Faillerin 410’u polis, 128’si jandarma, asker, 35’i özel tim, 22’si korucu, 84’ü infaz koruma memuru, 4’ü itirafçı, 1’i gazeteci, 24’ü adli tutuklu, 1’i belediye başkanı, 1’i adliye görevlisi bekçi, 47’si diğer kamu görevlileri, 147’si DAİŞ (Irak Şam İslam Devleti) ve 1’i ÖSO (Özgür Suriye Ordusu.)   
 
Bölgede halen süren çatışmalı süreçte kadınlara yönelik işlenen savaş suçlarının üstü örtülü kalırken, bugüne dek taciz ve tecavüz suçlamasıyla devlet görevlilerine yönelik açılmış hiçbir davada cezalandırma olmadı. Yapılan araştırmalar, resmi başvurunun dışında kadınların toplumsal baskı ve “kimi kime şikayet ediyoruz” kaygısıyla yaşadıklarını büyük oranda gizlediklerini gösteriyor.
 
DAVALARIN HUKUKİ DURUMU 
 
Toplamda 216 olan dava dosyalarının 46’sı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) sonuçlandı. 3’ü hala AİHM’de görülürken, 43’ü Ceza Mahkemeleri’nde devam ediyor. 12’si Yargıtay’da, 104’ü savcılıkta bulunuyor.  8’i takipsizlik kararının ardından itiraz edildi, henüz karar çıkmadı. 457 dosya ise kapandı ve arşive kaldırıldı. 
 
Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’nun kurucularından avukat ve İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Eren Keskin, devlet-mafya-siyaset ilişkisini ve bunun kadına yönelik şiddet boyutlarına ilişkin değerlendirmelerde bulundu. 
 
TEŞKİLAT-I MAHSUSA 
 
Çete yöneticisi Sedat Peker ve o tür yapıların erkek devlet yapısı içerisinde yer aldığını belirten Keskin, buna dair şöyle devam etti: “Bu kesin çünkü çok fazla bilgiye sahip. Zaten kendisi de ‘13 yaşımdan beri devletin içindeyim’ diyor. Kaldı ki bu kadar çok olayı ayrıntılarıyla bildiğine ve devletin son üst makamlarında yer alan kişilerle ilişkileri olduğuna göre devlet içindeki yapılanmalarda yer almış bir kişi. Bu bana hiç şaşırtıcı gelmiyor. Şöyle ki; ‘suç örgütü lideri’ ya da ‘suç örgütü’ neyse, aslında bu bir Teşkilat-ı Mahsusa geleneği. Yani 1915’ten beri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi ideolojisini oluşturan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tetikçi teşkilatı Teşkilat-ı Mahsusa içinde çok okumuş, kültürlü ve deneyimli insanların yanında, cezaevinden çıkardıkları insanlar da var. Bunları tetikçi olarak kullanıyorlar. O nedenle böyle bir gelenek var. Son olarak Deniz Poyraz’ın katiline baktığımızda da benzer bir örneğini görüyoruz. 
 
FAİLİ MEÇHUL CİNAYETLER 
 
Bu çok alıştığımız bir gerçeklik. O nedenle Peker’in anlattıklarına ben şaşırmıyorum. Sadece anlattığı olayların karşısında hala tek bir savcının harekete geçmemiş olmasına şaşırıyorum. Peker’in anlattıklarını çok daha önce zaten dile getirdik insan hakları savunucuları olarak. Örnek vereyim; Kıbrıs’ta Kutlu Adalı cinayeti. Kutlu Adalı katledildiği 90’lı yıllarda sürekli dile getirdiğimiz bir gerçeklikti. Hem bu cinayet hem de Kıbrıs’taki ilişkiler ağı. Kıbrıs, Türkiye’nin en büyük militarist ve operasyon merkezlerinden biridir. İnsan hakları savunucuları olarak hep dile getirdik. Hatta Adalı’nın eşiyle birlikte çalışmalar, toplantılar yaptık. Hiç kimse bizi dinlemedi. Bunun dışında Mehmet Ağar, Korkut Eken ve Tansu Çiler gibi isimlerin Kürt iş adamlarının öldürülmesinden 90’lardaki tüm faili meçhul cinayetlere kadar etkinlerinin olduğunu biliyoruz. Birkaç gün sonra Vedat Aydın’ın ölüm yıldönümü. Aydın’ın katledilmesinde Ağar’ın rolünü dile getirdik ama siyasi irade bunu hiçbir zaman dikkate almadı. Çünkü bunlar, devletin içinde bulanan yapıların gerçekleştirdiği eylemlerdi. Biz muhalif kanat olarak söylüyorduk. Şimdi ise devletin içinden çıkmış, devletin bir kanadının içinden çıkmış bir kişi bunları söylüyor. Bütün söyledikleri de birer birer doğru çıkıyor. O nedenle bunların dikkate alınması gerekiyor.”
 
KÜRT SORUNU
 
Peker’in ifşaatları karşısında sessiz kalan ana muhalefetin bu tutumunu eleştiren Keskin, “Yüzde 15’ini kastetmiyorum. HDP ve bir takım sosyalist parti etrafında bir araya gelenleri ayrı tutuyorum. Buralardan tepkiler var. Örneğin; bütün bu gerçekler karşısında kendine ‘muhalefetim’ diyen CHP’nin son derece sessiz kaldığını düşünüyorum. Muhalefet ile iktidarın aynı kaynaktan beslendiği bir coğrafya. Aynı ittihatçı bir gelenekten beslenen bir iktidar ve ana muhalefetten söz ediyoruz. Neden sorgulamıyorlar çünkü Vedat Aydın’ın, Ferhat Tepe’nin, Musa Anter’in ve diğer bütün öldürülmüş insanlarımızın akıbetlerini araştırmaya kalktıklarında, soru sormaya kalktıklarında Kürt sorunundaki çözümsüzlük karşılarına çıkacak. Bunu tartışmak istemedikleri için suskun kalıyorlar. Ama Peker’in anlatımlarının çok önemli olduğunu düşünüyorum” ifadelerini kullandı. 
 
CEZASIZLIK POLİTİKASI 
 
Devlet bağlantılı bu yapıların kadına yönelik cinsel şiddetteki rolüne ilişkin ise Keskin, şunları söyledi: “Biz ‘kadına yönelik şiddet politiktir’ derken bunu kastediyoruz. Devlet dili ne kadar sertleşirse; erkek egemen, homofobik ve transfobik olursa kadına ve LGBTİ+’lara yönelik şiddet o kadar artıyor. 97’den beri devlet güçleri tarafından cinsel işkenceye uğrayan kadın ve trans kadınlara ücretsiz hukuki destek veriyoruz. Bu coğrafyada kadınlar, adli bir nedenle de gözaltına alınsa cinsel şiddeti yaşayabiliyor. Özellikle Kürdistan coğrafyasında bu savaş politikası olarak kullanıldı. En yoğun başvuru her dönem Kürt kadınlardan oldu. Peker’in anlatımlarına baktığımızda Mehmet Ağar’ın oğlunun gazeteci Yeldana Kaharman’a cinsel saldırıda bulunduğu iddiası var. Kadı ki bu daha önce de tartışılmıştı. ‘Kadına yönelik şiddet politiktir’ derken, işte yine bunun için diyoruz. O politik olduğu için Ağar’ın oğlu için dava açılmıyor. Yine dün açıklamalarında gördük; bu yapının içinde yer alan başka bir kişinin Diyarbakırlı olan bir kadına cinsel saldırıda bulunduğu, darp ettiği iddiaları vardı. Bu olayların hepsi kapatılıyor. Bu güne kadar devlet güçlerinden tek bir kişi cezalandırılmadı. Cinsel şiddet ve işkence uygulamaları nedeniyle tek bir devlet görevlisi cezalandırılmadı. Büyük bir cezasızlık söz konusu. İşte bu yüzden ‘kadına yönelik şiddet politiktir’ diyoruz.”
 
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ 
 
Kadına yönelik şiddete karşı hukuki bağlayıcılığı olan İstanbul Sözleşmesi’nin öneminin altını çizen Keskin, “Sözleşme nasıl ortaya çıktı? Diyarbakır’da Nahide Opuz isimli kadın eşi tarafından defalarca şiddet uğrayan ama devlet tarafından korunmayan bir kadın. 2002 yılında bu eş, daha sonra Opuz’un annesini öldürdü. Bununla birlikte bir dava başladı AİHM’de. Türkiye, bir kadını aile içi şiddetten koruyamadığı için mahkum oldu. Bunun üzerine Avrupa Konseyi, kendisine üye bütün ülkelere ‘aile içi şiddeti, kadına yönelik şiddeti düzenleyen bir sözleşme hazırlayın’ teklifte bulundu. Yani aslında bir Kürt kadının aile içi şiddette karşı verdiği mücadele İstanbul Sözleşmesi’nin temelidir.  Avrupa Konseyi’nin bu teklifi üzerine üye devletlerin hukukçuları bir araya geldi ve İstanbul Sözleşmesi metninin temelini bu coğrafyada yaşayan kadın hukukçular attı. Türkiye’de ilk imzacısı oldu kendini aklamak adına. 2011 yılında ‘kadınları koruyoruz’ demek için bu sözleşmeye imza attı. 2014 yıllında ise sözleşme devreye girdi ve o tarihten bu yana uygulanmasa da, pratikte sorunlar yaşansa da kadınlar için büyük bir güç kaynağı yarattı.
 
İstanbul Sözleşmesi, tüm bu cinayetlerin araştırılması görevini veriyordu yargıya. Bu yüzden sözleşmeden çıkıldı. Sözleşmeden çıkış nedeninin LGBTİ+’larla ilgili olduğunu düşünmüyorum. Asıl neden kadına yönelik şiddet konusunda devletlere görev vermesidir. Yine ‘namus’ anlayışını tartışmaya açması, ‘kutsal aile’ kavramını sorgulamaya başlamasıdır. Bu rahatsız etti yönetici iradeyi. Gördüğünüz gibi tek bir erkeğin imzasıyla bu sözleşmeden çıkıldı. Çıkılmamış olsaydı, belki hemen değil ama bir süre sonra Yeldana Kaharman’ın katili de sorgulanacaktı. Onun gibi birçok kadının da failleri sorgulanabilirdi” diye belirtti. 
 
MA / Pınar Ural - Mehmet Aslan