Sanatçı Suavi: Sanat egemenle kol kola gezen değil itirazdır

img

DİYARBAKIR - Sanatçı Suavi, “Tahir’in Sur’u yok artık. Diyarbakır’ın dokusu ve kokusu bozuluyor” dedi. Sanat ve toplum arasında ciddi bir kopukluk olduğunu söyleyen Suavi, “Aradaki köprü dinamitlenmiş. Sanat itiraz eden bir kurumdur. Egemenle kol kola gezen değil, eleştiri hakkını kullanan ve içindeki estetik değeri hiçbir zaman yok etmeyen bir değerdir” dedi. 

Sanatçı Suavi, Diyarbakır’ın Sur ilçesinde verdiği konserin ardından Mezopotamya Ajansı’nın (MA) sorularını yanıtladı. Aylar sonra geldiği Diyarbakır’da Olağanüstü Hal (OHAL) uygulamalarının ortaya çıkardığı tabloya değinen Suavi, Sur’da tarihi yapıların yıkımına dikkat çekerek, “Tahir’in (Tahir Elçi’nin) Sur’u artık yok” dedi.
 
Diyarbakır’a gelişinizle başlamak istiyorum. OHAL şartlarının çok ağır hissedildiği bu kente son olarak referandum öncesi 15 Nisan’da ziyaretiniz olmuştu. Bu gelişinizde Diyarbakır’ı nasıl buldunuz? Nasıl bir atmosfer ile karşılaştınız?
 
İnsanın yaka silktiği OHAL şartlarında Diyarbakır’a geldiğinizde çok iç açıcı bir tablo ile karşılaşmıyorsunuz. OHAL’in olmadığı dönemde dahi Diyarbakır’da OHAL şartları yaşanıyordu. OHAL bu boyutuyla Diyarbakır’a çok yansımış gibi görünmüyor. Halkın duruşu, kararlılığı aynı ama OHAL’in Diyarbakır’ın fiziki hallerinde meydana getirdiği farklılıklar var. Örneğin; birçok yol trafiğe kapatılmış durumda. 5 dakikada gidebileceğiniz bir yere 20 dakikada ancak gidebiliyorsunuz. Güvenlik meselesi özellikle devlet kurumlarının etrafında çok yoğun olarak görülüyor. Bu tedirginliği anlıyorum. Diyarbakır’da tedirginliğin bu boyuta ulaşmış olması, tabi farklı gerginlikler yaratıyor. Normalde Diyarbakır’a çok rahatlıkla gelecek birçok insan, bu ve benzeri görüntülerin yansımasından dolayı gelmeye çekiniyor. Bir ürkme hali yaratıyor.
 
OHAL şartlarından kaynaklı Diyarbakır’da artık eskisi gibi sanatsal faaliyetler yok. Konser için geldiniz nasıl buldunuz? 
 
Diyarbakır’da hayatın normale dönmesi aslında bir gösterge olarak Türkiye’de hayatın normale dönmesi anlamına gelir. Çünkü Diyarbakır, Türkiye politik tarihinde çok önemli rol oynayan bir kent. Hem kentin yapısı ve kültürel dokusu hem de o dokunun içerisinde harmanlanmış, birebir Diyarbakır’ı iyi solumuş, iyi tahlil etmiş insanların perspektifleri açısından çok önemli şehir. Dolayısıyla Diyarbakır’daki denge aslında ülkeyi kavramak açısından da önemlidir. Diyarbakır, belirleyici bir kent özelliği taşıyor. Diyarbakır’da dozun yükseltilmiş olması dolaylı olarak Türkiye’ye de bir mesaj olarak algılanabilir. Sanatın çok rahatlıkla kendini ifade edebildiği bu topraklarda, birçok sanatçı gelmekten çekingenlik duyuyor. Bunu Diyarbakır’da sahne alarak gösterdim. Bu örnek bize gösterdi ki, sanatın hala Diyarbakır’da bir karşılığı var. Şartlar ne olursa olsun, sanata doğru yerden yaklaşan insanlarla Diyarbakır halkının buluşmasının önünde hiçbir engel duramıyor. 
 
Ülkede son iki yılda yaşananlar karşısında özellikle sanat camiasında bir sessizlik hâkim. Bu sessizliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Bu sürecin sanatı, henüz bir abide gibi karşımıza dikilmemiş olsa da bir yerlerde yazılıyor buna inanabilirsiniz. Sinemacılar kendi dalında bir şeyler yapmaya çalışıyor. Romancılar kendi kulvarlarında bir şeyler yapıyor. Müzisyenler kuşkusuz bir şeyler yapıyor. Tabi bu korkuya duyarlı ilgili insanları kast ediyorum. Şairler köşede gibi dursa da, bir şeyler yazıyor. Bunu hissediyorum, kokluyorum, farkındayım. 
 
Sanat camiası bir bütün olarak örgütsüz bir yerde duruyor. Hal böyle olunca üretilen şeyler, anlık kapımızı çalan bu siyasi değişkenliklere karşı kendisini ifade edip yeni ürünler ortaya koyamıyor. İnsanlar buna hazırlıklı değil. Bunların yanında bir de bloke altına alınmış ve müthiş bir sansür, baskı altında duran bir medya ağıyla da karşı karşıyayız. Yapmış olduğun ya da toplumla paylaşmak istediğin ürün de, bu baskılarda, bu sansürde kendini ifade etme şansını elinden kaçırıyor. Var olan bir şeyin kitleye ulaştırılması noktasındaki araçlar kuşatılınca, iletişimde müthiş bir boşluk meydana geliyor ki; karanlık ve insanı ürküten bir boşluk bu, ‘sanat bir şey yapmıyor mu?’ diyecek kadar bizi ürkütebiliyor. 
 
Sanat ve toplum arasında bir kopukluk var sanırım… Yanılıyor muyum?
 
Bir ırmağın iki kıyısında karşı karşıya duran sanatçı ve toplum birbirine el sallıyor ama aradaki köprü dinamitlenmiş. Bir dokunamama durumu var. Oysa sanat dokunmaktır aslında.
 
Hangi koşul altında olursa olsun bulunduğu noktada eğer ülkesinin koşullarına egemense ve ilgiliyse, yüreğinin bir köşesinde ihtisas alanı yaratır ve buna göre bir şeyler üretir. Önemli olan sanatçının ürettiği konuyu diğer ihtiyaç duyan insanla karşı karşıya getirebilmek, yani üçüncü mekanizmaya ihtiyaç var. Bu mekanizma bence tahrip edilmiş durumda. Ciddi bir kopukluk var ve rastlantısal da değil. Adeta bilinçli yaratılmış bir durum. Bir ırmağın iki kıyısında karşı karşıya duran sanatçı ve toplum birbirine el sallıyor ama aradaki köprü dinamitlenmiş. Bir dokunamama durumu var. Oysa sanat dokunmaktır aslında.
 
Sanat topluma dokumazsa, nasıl isyan edecek?
 
İsyan da aslında politik bir kimliktir. İsyan etme hakkınızı kullanmak istiyorsanız, mutlaka bir politik birikimden geçmiş olmanız gerekmekte, taraf olmak ve siyasetle ilgili olmak durumundasınız. Maalesef ülkedeki her kent Diyarbakır gibi refleks veremiyor. Bir tek yerden verilen refleksin de kapsayıcı olmadığına tanıklık ediyoruz. Hatta marjinalize bile edilebilirsiniz, o yüzden bu denklemi iyi kurmak lazım. Örneğin 10 tane Diyarbakır, 10 tane Van, 10 tane İzmir, 10 tane Taksim, 10 tane Gezi yan yana gelirse bunun yaratacağı etki ile tek yerden verilen sesin ülke genelindeki motivasyona yapacağı etki aynı oranda olmayacaktır. Halk bu baskılanmada giderek alanın daraldığını, hareket kabiliyetinin azaldığını görüyor. 
 
Abdullah Öcalan’ın birinci manifestosunun okunduğu Diyarbakır Newrozu’nun olduğu yılı düşünün. O dönemde taraflar arasında görüşmeler vardı. Zaman zaman inkâr edilen, zaman zaman muhataplar içinde bir biçimde ifade edilen bu görüşmeler derken bu denge bozuldu. O dengenin var olduğu söylenen dönemlerde iklim başkaydı. İnsanların kendini ifade ediş biçimi başkaydı. Göreceli de olsa bir özgürlük bir rahatlama söz konusuydu. Görüldü ki; hiç öyle umulduğu gibi seyretmiyor hayat.  Neredeyse hayat öyle devam etmeyince, o rehavete kapılmanın bir paniğini de yaşadık. Yeniden toparlanma süreçleri zaman alır. Bir önceki araçlardan yoksun bırakıldığın için çok hızlı toparlanamayabilirsin. Ama şunu savunabiliriz; düşmek çok doğal bir şeydir, önemli olan kararlı olabilmektir. Sürdürülebilir olmayan bir siyasetin egemenlik kurma ihtimali de sıfırdır. Dolayısıyla kararlı olunduğu sürece üzerini başını silkeleyip, o tozdan topraktan arınıp, yeniden ben varım diyebilme kabiliyetinden bahsediyorum. 
 
Burada sayı moral ve motivasyon açısından önemlidir. Ama sayının azlığı umutsuzluğu işaret etmez. Her şeye rağmen umut vardır. Göreceli olarak bir azalma, daralma, meydanlarda demokratik mevzilere katılma noktasında bir zafiyet varsa, umut ettiğimiz sürece buraların yeniden mevzilenme ihtimali fazlasıyla vardır. 
 
Toplumun sanatçıları yoksa bunlar kimin sanatçıları?
 
Devlet sanatçılığı misyonu Süleyman Demirel zamanında birçok insanın yakasına takılmıştı. Her iktidar benzeri kanalları şu veya bu şekilde kullandılar. Sanat camiasının iktidarın yanında pozisyon almasını ilk kez bu iktidar dönemiyle ilişkili görmüyorum. Geriye dönük Kenan Evren’den Süleyman Demirel iktidarına, ANAP iktidarına kadar hepsinin yanında pozisyon alan sanatçılar oldu. Kuşkusuz o pozisyon almanın bir karşılığı olacaktı ve birçok insan bu iktidarlardan yarar da sağladı. Şu an sohbet ettiğimiz Amed’de benzeri bir görüntü olmadı mı? İki ünlü sanatçı, iki ünlü siyasetçinin elinden tutarak, Diyarbakır halkını selamladı. O sanatçılar bunun özeleştirisini şimdi veriyor. Ki biz o zaman eleştirmiştik o fotoğrafı. Biz o gün o fotoğrafın ucuz siyaset adına kullanılan bir fotoğraf olduğunu söylemiştik. Ama bize ‘hayır’ diyenler olmuştu. Dün bize ‘hayır’ diyenler, bugün evet siz haklıymışsınız noktasına geldiler. 
 
Sanat, egemenle kol kola gezen değil, eleştiri hakkını kullanan ve içindeki estetik değeri hiçbir zaman yok etmeyen bir değerdir.
 
Egemen olan her zaman şu veya bu şekilde bir yumuşak karın yakalamıştır. Bu yumuşak karına basarak, karşılıklı fayda-çıkar ilişkisi üzerinden ittifaklarını sürdürmüşlerdir. Günümüzde de bunun belirgin örneklerine tanıklık ediyoruz. Tek bireyin aldığı bir duruş tüm sanat camiasının öyle olduğu olarak algılanmasına neden oluyor. Sanatın iktidarlarla uzlaşan bir çizgi sürdürüyor olmasını asla anlaşılır bulmuyorum. Sanat bizatihi itiraz eden bir kurumdur. Sanat, egemenle kol kola gezen değil, eleştiri hakkını kullanan ve içindeki estetik değeri hiçbir zaman yok etmeyen bir değerdir.
 
* Kimi sanatçılarda bu süreçte hedef alındı ve saldırıya uğradı. Örneğin Kürt edebiyatçı Mehmed Uzun’un Diyarbakır’da bulunan anıtı dahi kaldırıldı. Bu saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Hakan Yurdakuler, 88 kuşağının çok önemli bir ismidir. Yurdakuler’in mezarı Ankara Yenimahalle Mezarlığı’ndadır. Mezar yukarıdan bakıldığı zaman bir Türkiye haritası şeklindedir ve Ankara’nın olduğu yerde de Hakan’ın resmi vardır. TMMOB periyodik olarak yılda iki yada üç kez Hakan’ın mezar taşını yeniden yaptırmak zorunda kalıyor. Çünkü yıllar önce belki hiç kimsenin duymadığı bir biçimde adeta sistematik bir şekilde Hakan’ın mezar taşı hep kırılırdı. Mehmed Uzun arkadaşımızın ya da başka dostlarımızın hatıralarına yapılan saldırılar ya da orada yaratılan tahribatlar aslında uygulanan siyasetin bir parçası olarak ele alınmalıdır. Bu bir siyasettir. Bizim asla alkışlamayacağımız bir siyasettir. Mevcut iktidarlar adeta birbirlerinin takipçisi gibi kulvarlardan gelmektedirler. Birebir aynı yumurta ikizi olmasalar da, üç aşağı beş yukarı savundukları tezler açısından birbirine yakın iktidarlardır. Dolayısıyla bu ve benzeri tahribatları da hep birbirlerini takip etme mantığıyla yaptıkları için yapmaya da devam edeceklerdir. 
 
Veli’nin (Veli Saçılık) annesinin yerde tekmeleniyor olmasıyla Mehmed’in anısının burada tahrip edilmiş olması arasında birebir aynılık yoksa da bir benzerlik vardır. Bu aynı zamanda provokatif de bir şeydir. Bu tür provokasyonlar toplumdaki dengeyi çok daha cılız bir yere doğru itmek için yapılmış olabilir. O nedenle bu tür provokasyonlara asla düşülmemesi gerekir. Bunu öngörmek ve buna hazırlıklı olmak gerekir. Psikolojik olarak da hazırlıklı olmak lazım. Buna eğer hazırlıklı olamazsak benzeri durumlara karşı koyabilme yetisini asla tetikleyemeyiz. Demokrasi dediğimiz kaybedilen mevziler demokratik mücadeleyle yeniden elde edilebilir. Onların üzerine hatta biraz daha genişletilerek demokratik bir Türkiye yaratılabilir. Bu yapılabilirse Mehmed Uzun gibi toplumun yüreğinde yer almış insanlara daha itibarlı, manen daha rahat yatabileceği bir coğrafya yaratabiliriz. Bu savaşla mümkün olan bir şey değil. Barışla bu mümkün kılınabilir. Bu aynı zamanda sanatla mümkün olan bir şey, sanatsızlıkla mümkün olan bir şey değil. Barışın göbeğinde şekillenecektir sanat. 
 
Siz ve Pınar Aydınlar’a yönelik saldırılar oldu yakın zamanda…
 
Benzer saldırıları birçok kez yaşadım. Bunları magazine dönüştürmek, buradan kendime bir şeyler yontmak gibi bir ucuzluğa asla düşmek istemiyorum. Çok dürüstçe sorduğunuz için söyleyebilirim ki, eşimin ve 6 yaşındaki kızımın arabada olduğu sırada yapılan bu çirkin hamleden sonra saldırganlar hakkında yakalama kararı verildiğini biliyorum; ancak şu ana kadar bana yansımış bir şey yok. Racon diye bir şey vardır. Raconda hatta lümpenlikte bile bir erkeğin yanında annesi, ailesi, çocukları varsa öfke ertelenir. O ahlaksızlar yanımda eşimi ve küçücük çocuğumu gördükleri halde dakikalarca vicdansızca saldırdılar. Onlar değil mi 5 yaşında çocuklara istismarda bulunanlar, kafasını koparanlar, gözünü çıkaranlar, görüntüsünü çekip televizyonda yayanlar. Ben Bursa’da bunun üç aşağı beş yukarı benzer pratiğine muhatap oldum. İçimizden birini yok etmeyi hedeflemişlerdi. Buna vahşilik diyorum ben. Bu ilkel, cahil, ahlaksız bir hamle.
 
Tutuklu HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın Birgün Gazetesi’nde yayınlanan röportajında aydın, sanatçı, akademisyen, siyasetçi çevresine hakim olan karamsarlığa yönelik eleştirisi vardı. Bu konuda ne diyorsunuz?
 
Toplum adeta hiçbir şey yapılmadığını zannederek, kendisini sahipsiz, boşlukta ve umutsuz hissediyor. Önce bu umutsuzluk kavramına üflemek lazım, umutsuz değiliz. Bir bedelin, mutlaka bir karşılığı olmalıdır.
 
Ne olursa olsun bu tünel şimdi zifiri karanlık görünse de iddia ediyorum bu tünelden çıkış var. Selahattin’in işaret ettiği de budur. Bir işaret, bir ışık var. O ışık bize umut olsun. Umutsuz yaşanmıyor. Umuda doğru yürünecektir. Bugün gelinen noktada darmaduman görünüyor olabiliriz ama öyle değil. Buradan birçok şeyi anlatmak da mümkün değil. Ben hala irili ufaklı birçok yan yana gelişler, “ülkedeki bu gidişatı ne yapabiliriz” sorusuna hala cevap aramaya çalışan yüzlerce insan biliyorum. Enerjisini buraya seferber ediyorlar. Söylediğim gibi müthiş bir blokaj var. Bu çabaların kitle ile buluşmasının önünde de küçümsenmeyecek kadar bir paravan var. Dolayısıyla bu tür çabalar kitleselleşemiyor. Toplum adeta hiçbir şey yapılmadığını zannederek, kendisini sahipsiz, boşlukta ve umutsuz hissediyor. Önce bu umutsuzluk kavramına üflemek lazım, umutsuz değiliz. Bir bedelin, mutlaka bir karşılığı olmalıdır. 
 
Bunun ilacı nedir?
 
Özel bir ilacı yok. Korkak olmanın da bir anlamı yoktur. Bugün cesaret sadece korkak olmamakla ifade edilecek bir şey aslında. Korku çok insani bir şey, bir mezarlığın kenarından geçerken ıslık öttürürsün. Yani korkarız da, korkunun çözüm olmadığını anladığımız zaman da bunu çözecek olan şey cesarettir. Cesaret körü körüne bir şeyin üstüne gitmek değildir. Cesaret, haklı olduğun yerde insan onuruyla ilgili bir onursuzluğa bir ahlaksızlığa muhatap olduğun yerde gerçekten dik durabilmektir. Bildiğin doğruyu söyleyebilmektir. Kendini bir parça geliştirmiş insanların kendi doğrularından çok çabuk cayabileceklerini düşünmüyorum. Temel olarak savunmamız gereken nokta insanlık onurudur. İnsanlık onurunu savunmak için ekstra bir çaba gerekmiyor. Çünkü her insan onurludur aslında. Onursuzlaştırılmış insan toplulukları tarafından yönetilmek kötüdür. Düşman dediğinin bile, yarın rehabilitasyonuna el kaldırabilirsin. Toplumsal rehabilitasyon böyle bir şeydir. 
 
Faruk Erem diye bir ceza hukukçusu geçti bu ülkeden. Yazdığı kitabın önsözü ‘Suçluyu kazıyınız, altından insan çıkar’ idi. O suçlanmış, suça bulaşmış. Hepsi masum doğdular ama canavarlaştırıldılar. Sistematik olarak bu hale getirildiler. Üzerimizde işkence uygulayacak kadar kontrolsüz bir yere geldiler. O suçu kazıyabilirsek, onun altındaki insanı da bulabileceğiz. Sadece imha üzerinden bir hayat kurulamaz. 
 
Sur’daki konserinizde işlerinden ihraç edildikten sonra ‘işimi geri istiyorum’ diyerek başlattıkları açlık grevi eyleminin 224’üncü gününe giren tutuklu eğitimciler Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için şarkı söylediniz. İhraçları ve kamu emekçilerinin işleri için verdiği mücadeleyi nasıl görüyorsunuz? 
 
Sur için şarkı söyledim. Tahir için, Selahattin için, Figen için ve cezaevindeki bir sürü insan için şarkı söyledim. Semih için Nuriye için nasıl şarkı söylemiyim. İkisini de tanımıyorum. Fiziki olarak ne Nuriye’yi tanıyorum ne de Semih’i ama ikisi de kardeşim gibidir. O kadar billur, o kadar masum bir yerde duruyorlar ki ve bir deri bir kemik kalmışlar. O hücrelerin insan bedeni üzerinde yaratacağı tahribatı bilirim. Korsakoffu o beden çürümesini bilirim. Bu çocukların suçunun ne olduğunu sorduğumuzda, sıradan günlük gazete okuyan bir insan bile bunların suçsuz olduğunu görebilir. Devletin yetkili organları kendi açısından bir takım iddialarda bulunabilir ama bu beni kesmiyor. Kanıtlayın lütfen, ben bu ülkenin bir evladı olarak kanıt istiyorum. Anlamak ve ikna olmak istiyorum. Ben insanım, bir bireyim, sürü değilim. Bu sürü psikolojisini reddettiği bir yerde duran her kişi cesaretlidir. Sormaya devam etmektedir. Soru sorduğumuz için rahatsız olan insanlarla muhatabız. Soru sormaya da devam edeceğiz. Gene soruyorum, Nuriye’nin suçunu bilmek istiyorum. Az önce verdiğim örneği söylüyorum. Nuriye elinde tüfekle lisenin önüne gidip de dört kişiden birini öldürüp diğerlerini komaya mı sokmuştur? Ya da Semih bulunduğu üniversitenin önünde benzeri bir şiddet eyleminin baş aktörü müdür? Ya da bir banka mı soymuşlardır? Yolsuzluk mu yapmışlardır? İhaleye fesat mı karıştırmışlardır? Ne yapmıştır bunlar? Ülkenin bir toprağını mı satmışlar? Annemin bileziğini mi çalmışlar? Asansörde birini gasp mı etmişler? Çocuklara tecavüz mü etmişler? Bilmek istiyorum. 
 
Bugün Nuriye ve Semih’in verdiği mücadele, aslında toplumda başka insanlar işsiz kalmasın diyedir. Nuriye ve Semih’i salt devletle didişen kişiler olarak görmemek lazım. Olayı oraya indirgemek, meseleyi gerçekten gözden kaçırmaktır. Bu aynı zamanda bir adalet ve demokrasi mücadelesidir. Ben bir insan hakları savunucusu olarak, yaşamaktan yana cümleler kurmak istiyorum. Ölümü kutsallaştırarak hiçbir yere varamayız. Asıl olan yaşamdır. 
 
Bölgenin binlerce yıllık tarihi olan Sur ve Hasankeyf yıkılıyor. Daha önce sanatçı, aydın ve yazarlar söz konusu yıkımların durdurulması için kampanyalar yürüttü. Ancak sürdürülen yıkımlara karşı hakim olan sessizliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Var olan sessizlik sadece burasıyla ilgili değil. Mesleğim gereği baya gezen bir insanım. Herhangi bir güvenlik çemberine ihtiyaç duymadan sokakta kendimi ifade ediyorum. Annemin toprağı olan İzmir coğrafyasında zeytin ağaçları üzerinden yaratılan tahribata da insanlar sessiz. Kaz Dağı’nda yapılan maden araması kazılarına da sessiz. Antalya’daki çevreci çiftin kurşuna dizilerek öldürülmesi sonrasında da insanlar hala sessiz. Bir bütün olarak baktığımızda bu ülkede halkın değeri olan birçok katmanda denge bozulmaya başlamıştır. Mimarlıkta iki terminoloji vardır. Birincisi, insan kentine benzer. İkincisi, insan kentini kendine benzetir. İşte Sur’da yapılmak istenen tam da ikincisidir. Ve tahribatın da tam kendisidir. Bir kenti kendine benzetmek için çaba sarf ediyorsan bitmişsindir. Ya da orayı bitirmeyi hedefliyorsundur. İşte bunu yapmayı hedefleyenler, kentine benzeyen insanları deforme etmeye çalışıyorlar. Diyarbakır halkı, kentine benzeyen bir halktır, Sur’a benzerler. 
 
Tahir’in Sur’u yok artık. Bir kent eskidikçe kıymetlidir. Kentler, eskimiş dostluklar gibidir. Hasankeyf gibi bir yerin yok edilmiş olmasını ben ülkeye bir katkı olarak asla değerlendiremem. İnsanın bozulduğu yerde kent bozulur. Kentin bozulduğu yerde insan kesinlikle bozulur.
 
Bunu tahrip etmenin koşulu onun tarihiyle de oynamaktır. Mimari deyip dört ev deyip geçmemek lazım, bir sokak belki bin yıl yaşamalıdır. Sur, sadece Diyarbakır için değil tüm insanlar için yaşamayı hak eden bir şehir. Dolayısıyla Sur’da yapılan tahribatın bir kentin dokusunu değiştirmeye yönelik bir eylemin sonucu olduğunu söylüyorum. Yoksa orada yaşanan gerginliklerin, çatışmaların faturası bu şekilde çıkmaz. Yeniden yapamayacakları bir şeyden bahsediyorlar. Bana yeniden bir Hasankeyf yaratabilirler mi? Zeytinlikler için de aynı şey geçerli olaya ticari bir kafayla bakıyorlar. Sur’un herhangi bir duvarına sırtını yaslayan bir insanın, zaman tünelinde dalıp gitmemesi mümkün değildir. Ama TOKİ’nin duvarlarında aynı şeyi hissetme durumun yoktur. Sur’un içerisinde şöyle bir şeye de tanıklık ettim. Tahir’in (Sur’da öldürülen Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi) Sur’u yok artık. Bir kent eskidikçe kıymetlidir. Kentler, eskimiş dostluklar gibidir. Hasankeyf gibi bir yerin yok edilmiş olmasını ben ülkeye bir katkı olarak asla değerlendiremem. Bunu ülke adına hazin bir uygulama olarak kabul ederim. Bu noktada tabi ki itiraz hakkımı kullanırım, sözümü söylerim, sorumu sorarım. Gerekirse demokrasiden aldığım bilinçle pozisyon da alırım. Alacağım pozisyonun karşılığı nümayiş değildir. Ben bu topraklarda böyle yaşamak istiyorum referandumuna el kaldırmaktır. İnsanın bozulduğu yerde kent bozulur. Kentin bozulduğu yerde insan kesinlikle bozulur. Kentine benzeyen insan makuldür. Diyarbakır’daki kent dokusunun bozulması, insan dokusunun bozulmasıyla ilişkilidir. Bu düşüncem birilerine antipatik gelebilir ama ben böyle düşünüyorum. Diyarbakır’ın dokusu ve kokusu bozuluyor. Bu uzun vadeli bir şey tabi. Yaşam bir biçimde devam ediyor.
 
Genel olarak savaşın yarattığı etkiyi konuştuk, son olarak barışı sormak istiyorum. Barış ortamı yeniden mümkün mü?
 
Savaşa ya da barışa toplumsal bir duyarlılıkla, bu topraklarda yaşayan insanlar karar vermiyor. Bu kararlar üst mekanizmalarda alınıyor ve burada uygulanıyor. Bugün İdlib’de yaşanan da böyledir. Şartlar gerçekten kaçınılmaz kılıyorsa savaşırsın. Ama sırf sen istiyorsun diye bir toplumu savaşa zorlamak, oylanmış bir eylemin adı değildir. Ben kendi adıma savaşmak istemiyorum. Ben barış içerisinde yaşamak istiyorum. Suriye halkı ile benim bir derdim olsun istemiyorum. Ne benim o halk ile bir derdim olsun, ne de o halk oradan buraya gelmek zorunda kalsın. Hayat bir de öyle bir hale getirmiş ki, oradan gelen insanlarla buradaki insanlar birbirine düşman olmuş halde. Her gün bir Suriyelinin linç edildiği haberini okuyoruz. ‘Suriyeliysen git toprağına’ şeklinde çok farklı ırkçı bir noktaya eviriliyor hayat. Ne Suriyeliyi buraya davet etme lüksüm var, ne de Suriyeliyi buradan kovma lüksüm var. 
 
Herkes toprağında güzel. İnsan toprağına benzer. Suriyeli burada hep yabancı kalacaktır. Benim Almanya’da yabancı kalmam gibidir. İnsan kendi coğrafyasında en güzel şekillenir. Mehmed onun için buraya gelmek istedi. Mehmed hastalığında buraya geldiği zaman, ‘ölmeye değil toprağımda yaşamaya geldim’ demişti. Ait olmak başka bir şeydir. Soyun üzerinden birileri ile bağ kurmak, bir yere ait olmayı kimsenin soysuzlaştırmaya hakkı yoktur. İktidarlar ya da yönetim avantajları birilerine bunları yapmak hakkı tanımaz.  Bizim sihirli kelimemiz ‘barış’ ve buna dört elle sarılmalıyız. Şiddetten arınmış bir Türkiye yaratmak ilk hedefimiz olmalıdır. Savaşın yaratacağı sonuçlar felakettir ama barış düğünde birlikte halay çekmektir, cenazede birlikte ağlamaktır, omuz omuza gelmektir, hayatı paylaşmaktır, özgürleşmektir. Barışı inatla savunacağım. Dünyanın bütün haklarına barış dolu bir dünya diliyorum. Halkların kendi kültürüyle kendini ifade etmekten yoksun kalmadığı bir yere doğru bestelerimi söylemeye devam edeceğim.” 
 
MA / Özgür Paksoy – Rıfat Şahin