İSTANBUL – Kültür sanat alanında 2018 yılında yaşanan hak ihlallerine dikkat çeken oyuncu Orhan Aydın, “Üreterek ve örgütlenerek bu baskıların önüne geçebiliriz. Bunun başka yolu yok” dedi.
Türkiye’de 2018 yılında birçok alanda hak ihlalleri yaşanırken, kültür sanat alanı da nasibini aldı. Sanatçıların sahneye çıkarılmamasından tutalım, konser ve oyunların iptaline, kültür sanat kurumlarına atanan kayyumlara ve kültürel alanların yıkılmasına varana değin birçok hak ihlali yaşandı.
2018 yılında kültür sanat alanında yaşanan hak ihlallerine ilişkin oyuncu Orhan Aydın Mezopotamya Ajansı’nın (MA) sorularını yanıtladı.
2018 yılında çok tartışılan olaylardan biri 18 Mart Çanakkale Zaferi ile ilgili Meclis’te düzenlenen anma gecesinde Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın talebi doğrultusunda kadın tiyatro oyuncularının sahneye çıkarılmamasıydı. Kültür sanat alanında nasıl bir yıl geride bıraktık?
Bu AKP’nin genel karakteridir. Kültür ve sanat düşmanlığı konusundaki tavrının açığa çıktığı anlardan bir tanesidir. Dönemin meclis başkanı açık bir şekilde Şeriat çağrısı yapmış bir zattır. Dolayısıyla parlamentonun çatısı altında böyle bir adamın başkanlık yaptığı bir yerde Devlet Tiyatrosu’ndaki oyuncu arkadaşlarımın böyle rencide ve aşağılayıcı bir durum ile karşılaşmalarına şaşmamak gerekir. Bu AKP’nin kültür ve sanat alanındaki düşmanlığının ayyuka çıktığı durumlardan bir tanesidir. O dönemde bununla ilgili televizyonlarda, basında düşüncülerimi dile getirmiştim. Sanatçı arkadaşlarım da benzer düşüncelerini dile getirdiler. Bu durumu önce yalanladılar. Ancak daha sonra sanatçı arkadaşlar konuştu ve gerçek ortaya çıktı. Gerçeğe rağmen özür dileme gereği bile duymadılar.
Yine Mart ayında MESAM’a kayyum atandı. Bu gelişme de büyük yankı uyandırdı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
MESAM’ın başında eşitlikçi, barıştan yana olan aydınlanmacı ve kardeşlikten yana sanat üreten arkadaşlarım yönetim kurumundaydı. Başında Arif Sağ vardı. Bundan büyük rahatsız oldular. Saray’ın yandaşı ve yamağı haline gelen Orhan Gencebay MESAM’ın başına getirildi. Dolayısıyla MESAM’a bir operasyonla kayyum atadılar ama bu tutmadı. Tekrar genel kurulda büyük çoğunlukta kendi gösterdikleri adaylarının dışında kendisine oy vermeyen bir çoğunlukla MESAM geri alındı.
Kanun Hükmünde Kararname ile Devlet Tiyatroları ve Devlet Opera ve Balesi Cumhurbaşkanlığı'na bağlandı. Bununla amaçlanmak istenen neydi?
Devlet Tiyatroları Opera Bale ve Senfoni bir kararname ile Cumhurbaşkanlığına bağlanma meselesi ile ilgili birçok açıklama yapıldı. Önce sanatçı arkadaşlarımız konuyla ilgili basın açıklaması yaptı. Bir hafta sürmedi kararname geri çekildi. Şuan hala Devlet Tiyatrosu Opera Bale ve Senfoni yani devletin sanat kurumları özerk gibi gözüküyor ama başındaki genel sanat yönetmeninden ürettiği ne varsa hepsinin içeriği ile ilgili karar veren kurum başka bir kurumdur. Ama şimdilik durdurmuş durumdayız. Ne zamana kadar bilmiyoruz.
Kültürel yapıların harabeye dönüştürülmesini ve yıkılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunun ilk adımı uluslararası bir yaratıcı olan, ürettiği heykeller dünyanın birçok ülkesinde ve birçok başkentinde Almanya'dan Fransa'ya, İngiltere'den Romanya'ya varana kadar kentlerini, sokaklarını ve heykelleriyle süsleyen Mehmet Aksoy'un Kars'taki insanlık anıtına “Ucube” diyerek yıkmaya başlamış bir süreçtir. O süreç AKP'nin ve Recep Tayyip Erdoğan'ın kültür ve sanat meselesine nasıl baktığının da ayyuka çıktığı ilk adımdır. Arkasından çağdaş toplumlarda, mutlak onarılıp bir tiyatro müzesi olarak hayata katılması gereken ana mekanlardan bir tanesi olan Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesinin yıkılması, onun betona gömülmesi ve orada bir kongre merkezi oluşturmak adına sahnenin yıkılması meselesidir. Atatürk Kültür Merkezi'nin yıkılmak istenmesi ve Muammer Karaca Tiyatrosunun kapatılması aynı zaman dilimidir. Bu düşmanlıkların açık bir şekilde ortaya çıktığı bir dönemdir.
AKM'nin yıkılması kararının verilmesinde bu yana bu süreci takip ediyorum. Hatta bu konuda davalar açmış, kazanmış, 3 örgütten birini temsil ediyorum. Bir tanesi Nazım Hükmet Kültür Merkezi, diğeri Kültür Sanat Sen öbürü Mimarlar Odasıdır. Birlikte bir dava açtık ve yürütmeyi durdurma kararı aldık. AKM'nin yıkılmaması, mimarların ve kent bilimcilerinin tasarlayacağı biçimde onarılıp hayata katılması gerektiği konusunda bir mahkeme kararı çıktı. Mahkeme kararına uyulmadı. 13 yıldır 21 milyonluk bir kentin yüreği sökülmüştür. Opera Bale Senfoni binası yok. İki ilçe belediyesi olmazsa 21 milyonluk kentin opera bale senfoni salonu hiç olmayacak. Bir de projeler küçültülerek, sürdürülüyor maalesef. Bu düşmanlığın temelidir.
AKM 13 yıldır kapalı. AKM ile ilgili “restore edeceğiz” diye yalanlar söylediler. Dönemim Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’la mahkemelik olduk, yaşadık. Bütün davaları kazandık. “Tekrar yapıyoruz” dediler. Araya bir takım sermaye grupları girdi. 2010 Avrupa kültür başkenti döneminde “onarıyoruz, fonlar ayırıyoruz” dediler. O fonlar da kayboldu gitti. En son dediler “biz burayı yıkıyoruz”. 2013 Gezi Direnişinden sonra ölüme terk ettiler. Gezi Direnişi sırasında ortaya çıkan 4 temel madde vardı. 3'üncü maddesi Atatürk Kültür Merkezi'nin onarılıp hayata kazanılmasıyla ilgiliydi. Bunu bildiği için de Gezi Direnişinden sonra ilk işi Atatürk Kültür Merkezi'nin yıkım kararını aldılar. AKM'yi yıktı ve bugün onu yapacak parası yok ama karşısındaki meydana bir camii inşa ediyor. Ona parası var. Bütün Taksim Meydanı olduğu gibi betona gömülmüş durumda. Ve yeni Türkiye'nin AKP açısından baktığımız zaman Beyoğlu dış hücre gibi olacak pilot bölgesidir. Beyoğlu bir mezbelelik (çöplük) haline getirilmiş durumda. Taksim Meydanı bunun açık göstergesidir. Bu kültürel varlıklara karşı olan düşmanlığın da bir belirtisidir.
Bölgede de Hasankeyf’te yine Sur’da tarihi tescilli yapıların yıkılmasına devam edildi. Yılmaz Güney Sinema Salonu yakıldı, yerine park yapıldı. Bölgedeki kültürel varlıkların yıkılmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Kentleri, meydanları, sokakları, ormanları, dereleri, deniz kenarlarını, sahilleri her yeri imara açmış bir anlayışla karşı karşıyayız.
Kürt coğrafyasında 90’ın üzerinde belediye kayyumlara teslim edilmiş. Yüzlerce belediye meclis üyesi şuanda cezaevinde ve bölgedeki kültür sanat etkinliklerinin tamamı budanmış. Diyarbakır Şehir Tiyatrosuna bile kayyum atayacak kadar geri bir akla sahip bir sistemden söz ediyoruz. Dolayısıyla Diyarbakır'dan öte bütün Kürt coğrafyasındaki kültür sanat etkinliklerini bütün Anadolu’da olduğu gibi denetlemeye kalkan bir akılla yüz yüzeyiz. Hasankeyf girişiminin içinde de varım. Çünkü, kültürel varlıklar beni yakinen ilgilendiriyor. Ben bütün Anadolu'nun bir açık hava müzesi olduğunu düşünüyorum ve bu açık hava müzesi yalnız bu coğrafyada yaşayan insanların değil, bütün insanlığın ortak mirasıdır. Ve bunları restore ederek, hayata katarak gelecek kuşaklara kalması gerektiğine inanıyorum.
AKP'nin böyle bir meselesinin olduğunu sanmıyoruz ve görmüyoruz. Temel düşmanlık buradandır. Yani kentleri, meydanları, sokakları, ormanları, dereleri, deniz kenarlarını, sahilleri her yerleri imara açmış bir anlayışla karşı karşıyayız. O kültürel varlıkların hiç biriyle uzaktan yakından ilişkisi olmayan, hepsini para ve rant gözüyle bakan ve doymak bilmeyen bir aç gözlülükle karşı karşıyayız. Kültürel varlıklar olarak yaklaşımları bu.
Yalnız orada değil, aynı şey Antalya gölgesi için geçerlidir. Restoresi süren hiç bir proje yok. Ege'de aynı şey geçerlidir. Beni çok yakından ilgilendiren bir durum var. Bütün oyuncu dünyasını da ilgilendiren bir durumdur. Benim diyorum çünkü benim meslek alanımla ilgili bir şeydir. Seferi Hisardaki Teos Antik Kenti, insanlık, uygarlık tarihinin ilk oyunculuk merkezidir. Avrupa'daki bale, senfoni, tiyatrodan arkadaşlarım ne zaman buraya gelirlerse ilk işim oraya onları götürüp ziyaret etmek olur. Burası mezbelelik bir durumdadır. Yalnız Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer oda eski bir tiyatro oyuncusu olduğu için onun katkılarıyla orada küçük restorasyonlar yapılıyor. Arkeoloji öğrencileri kendi çabalarıyla devletten beş kuruş almadan orada kazılar yapıyorlar. Orası ağlanacak bir durumda. Ama ağlamanın ötesinde beni geriyor. Çünkü biz bu coğrafyanın insanıyız ve o miraslara sahip çıkılmadan bu ülkenin geleceği olabildiğini düşünmüyorum. Aynı şey Antalya bölgesinde var. Kültürel varlıklarla ilgili düşmanlıklarla bağlantılı olarak şunu söyleyeyim; bu coğrafyada 135 tane antik tiyatro var. Ama bu coğrafyanın yurttaşlarının hiç biri 6 tanesinin adını sayamaz. 135 tanedir ve bunların yarısı hayvan ahırıdır. 21. yüzyıldayız, bu coğrafyanın insanı ve dünya insanı için en büyük utançlardan biridir.
Yıl içinde birçok konser de iptal edildi…
Bu açık bir şekilde düşmanlıktır. Kendisinden olmayan herkesin kim olursa olsun hangi alanda olursa olsun söz, şarkı, türkü söylemesine, halay çekmesine, yan yana gelip onurlarını birleştirmesine izin vermeme sürecidir. Bu açık biçimde baskıcı toplumların, faşizan toplumların yönetimlerinin dayattığı bir süreçtir. Ve şarkısına, türküsüne, halayın, dansına, oyununa, sinemasına, karikatürüne, resmine, heykeline tahammül edemeyenler kaybederler. Önümüzdeki süreç böyle bir süreçtir.
Konserlerin yanı sıra festivaller de iptal edildi. Bu, sözünü ettiğiniz düşmanlığın devamı uygulamalar mıdır bunlar?
Evet, düşmanlığı bir parçasıdır. Oysaki Munzur Festivali bölgedeki barış, kardeşliği, eşitliği, insanların yan yana geldiği, halaylar çektiği, ateşler yaktığı ve çevresinde danslar ettiği bir festivaldir. Doğa ile insanın bütünleşmesini sağlayan Anadolu'nun birçok noktasından insanların oraya gittiği ve yan yana geldikleri, şarkılarını, türkülerini söyledikleri bir festivaldir. Benzer şey bütün Kürt coğrafyasında da, Karadeniz'de de oldu. Ege'de, Akdeniz'de de aynı şey oldu. Birçok noktada festivalleri yasak kıldılar. O OHAL denen süreçle bağlantılı bir süreçti. Gerekçe olarak olağanüstü hali gösterdiler. OHAL kalktı denildi ama bence OHAL kalkmadı. Hala sürüyor ve hala aynı şeyi yapabiliyor. İçeriğine bakıyor ve valilik emriyle izin vermiyor. “Valilik emriyle yasaklanmıştır” diyor yasaklıyor. Bu da açık bir biçimde faşizmdir.
Yüzlerce sanatçı hakkında soruşturma açılırken çok sayıda sanatçı tutuklandı. Sizin de şuan devam eden 13 davanız var. Sanatçılara yönelik bu baskıları nasıl okumak gerekiyor?
Faşizm kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi davranmayan, kendisine biat etmeyen kim varsa hepsinin üzerinde yoğun baskı oluşturuyor. Bütün insanlık tarihinde de böyledir. Bizim yaşadıklarımızda bundan farklı değil.
Doğrudur benim de 13 davam var. Hepsi kültür sanat alanında ürettiğim ve düşündüklerimi paylaştığım için açılan davalardır ve sürüyorlar. Kazandıklarım var, kaybettiklerim var. Başka dostlarım da aynı benim gibiler. Mesela tiyatro oyuncusu Cenk Dost Verdi var. Arkadaşımdır. Sosyal Medya paylaşımları nedeniyle 2 yıl ceza aldı. 21’inci yüzyılın yeni Türkiye'si, Recep Tayip Erdoğan Türkiye’sidir. Bakın basın ve düşünce özgürlüğü olmadığı konusunda dünyada birinci sırada. Cezaevinde en fazla gazeteci barındıran ülkedir. 250 tane gazeteci cezaevinde. Şuraya bakarak ülkemizin durumunun ne olduğunu algılayabiliriz; BBC İnternational muhabiri Cumhurbaşkanlığı başdanışmanlarından biriyle röportaj yapıyor. Muhabir, “sizin ülkenizde şu kadar gazeteci cezaevinde var” diyor. Cumhurbaşkanı başdanışmanı onların gazeteci olmadığını söylüyor. Karşısındaki muhabirin verdiği yanıt “siz buna ne beni ne de dünyayı inandıramazsınız” oluyor. Bu ülkenin içinde bulunduğu gerçeklik budur. Faşizm kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi davranmayan, kendisine biat etmeyen kim varsa hepsinin üzerinde yoğun baskı oluşturuyor. Bütün insanlık tarihinde de böyledir. Bizim yaşadıklarımızda bundan farklı değil.
Hacettepe Üniversitesi’nde bir etkinliği katılan şair Ahmet Telli’ye yönelik bir linç girişimi gerçekleştirildi. Ancak saldırıyı gerçekleştirenlerin Telli’yi tanımadıkları ortaya çıktı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Provokasyondur. Hangimizi tanıyorlar ki. Ahmet Telli'nin şair olduğunu da bilmiyorlar. Ahmet bu konuda açıklama yaptı. Oradaki fikir kulübü Ahmet Telli’yi çağırmış ve o da gelmiş. Orada şiir konuşuluyor. AKP'li ve MHP'li çetelerden oluşan ve dışarıdan gelen insanlar Ahmet’i linç etmek istediler. Ahmet'e yapılan saldırı ilk değildir. Son da olmayacak gibi görünüyor. O nedenle söyleyeceklerimizi söylemekten geri durmamalıyız. Edebiyatın, şiirin, sinemanın, tiyatronun, operanın, balenin, şarkının, türkünün, dansın hayata katacaklarının peşinden koşmalıyız. Ahmet de bunu yaptı. Nitekim Ahmet geri durmadı. Sözünü söylemeye devam ediyor. Biz sözümüzden geri durmayacağız. Onlar istedikleri kadar birileri tarafından kışkırtılsınlar.
Yıl içerisinde sırf isminden dolayı yasaklanan oyunlar da vardı. Örneğin Barış Atay’ın "Diktatör" oyunu.
Oyunun adı "Diktatör" olduğu için izlenmeden yasaklandı. Kadıköy Kaymakamlığı, Kadıköy Emniyet Müdürü, İstanbul Valisi oyunu seyretmeden emir ile yasakladılar. Barış'ın "Diktatör" oyununun başına gelen şey öbürünü bilmemektendir. Artvin Valisi de oyunun adı "Diktatör" olduğu için izin vermedi. Nedir “Sen Recep Tayyip Erdoğan'a diktatör diyorsun” diye engellendi. Diktatör deyince demek ki akıllarına sadece Recep Tayyip Erdoğan geliyor. Barış'ın oyununun başına gelen budur. Ama ne oldu Barış o oyunun altından başka türlü zıpladı geldi. Kendi bölgesinden seçime gitti ve Meclise girdi.
Bu baskı ve provokasyonların yanında Kürtçe oyunlara da birçok ilde sahneler verilmedi.
Bütün üniversite salonlarını son 5 yıldır yüzümüze kapattılar. Oyunlarımızı üniversitelerde gençlikle buluşturuyorduk. Hiç bir üniversiteye girip oynayamıyoruz. Aynı şey, Kürtçe tiyatro yapan arkadaşlarımın başına da geliyordur. Bu baskıya karşı ortak mücadele etmeliyiz.
AKP kesinlikle kendisinden olmayana parasını dahi versen salon vermez, vermiyor. Dolayısıyla ne ben ne Genco Erkal, Rutkay Aziz, Ankara Sanat Tiyatrosu ne de başka bir tiyatro grubu AKP'li belediyelerin olduğu yerde eşitlikten, barıştan, kardeşlikten, aşktan söz eden herhangi bir oyunu sahnelerine almıyorlar. Sahneyi kiralasanız bile vermiyorlar. Gaziantep'te Levent Üzümcü’nün başına geldi. Ne olduğunu gördük. Dolu bir salon, oyuna bir gün kala AKP Gaziantep Büyükşehir Belediyesi Başkanı salonu elinden aldı. Aynı şey İskenderun’da da yaşandı.
Bütün üniversite salonlarını son 5 yıldır yüzümüze kapattılar. Biz oyunlarımızı üniversitelerde gençlikle buluşturuyorduk. Hiç bir üniversiteye girip oynayamıyoruz. Bu yansımasıdır. Aynı şeyi, mutlaka Kürtçe tiyatro yapan arkadaşlarımın başına da geliyordur. Bu bir bütündür. Tiyatrocu tayfa dediğimiz aydınlanmacı, eşitlikçi ülkede barış ve kardeşliği isteyen tüm bu oyunları oynayan Kürtçesi, Lazcası, Türkçesi fark etmiyor, biz kendimizi bir aydınlanma ordusu olarak görüyoruz. Öyle de bakmalıyız meseleye. Hepimize karşı uygulanan yasaklar ortak olduğunu düşünüyorum. Bu baskıya karşı ortak mücadele etmeliyiz.
Sanatçıların savaşa destek veren açıklamaları ve duruşlarını nasıl değerlendiriyorsunuz. 2018’de kimi sanatçıların, Efrin başta olmak üzere birçok benzer olayda savaşa destek verdiklerine tanıklık ettik.
Biz onlara sanatçı demiyoruz. Bu çok net bir ayrımdır. İnsanlık tarihinde herhangi bir sisteme biat eden tek bir sanatçı gösteremezsiniz. Sanatçılar diyorum. Yani eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği, aşkı, hayata sevinçler savurmak için mücadele etmek ve bunun için üretmiş hiç bir sanatsal yaratıcı, hiç bir sisteme biat etmez. AKP’nin kullarından, uşaklarından, yandaşlarından sanatçı diye söz etmek benim onuruma dokunuyor.
Cumhurbaşkanlığı bünyesinde Kültür Sanat Politikaları Bakanlığı da bu yıl kuruldu. Buraya Erdoğan'a yakın isimler atandı. Bu nasıl bir sonuç doğurdu?
3 AKP'li milletvekili yeni sinema kanunu tasarısı verdiler parlamentoya. Yurt dışından ithal edilen filmleri bile seyredecekler. Ondan sonra o filmler Anadolu’da sinemalara girecek mi girmeyecek mi karar verecekler. Bu sansürden ötedir.
11 ismin tamamı Erdoğan'a yakın kişiler. 11'ini de Erdoğan atadı. Orhan Gencebay, Hülya Koçyiğit var. O 11 kişinin 11’ini de zaten belirleyen Cumhurbaşkanı Kurulunun kendisidir. Neler yapacaklar örneklerini de yaşamaya başladık. İlki şudur; geçtiğimiz haftalarda hayatları boyunca sinema ile yakından uzaktan ilişkisi olmayan biri Konya, biri Kayseri, biri İstanbul milletvekili olan 3 AKP'li milletvekili yeni sinema kanunu tasarısı verdiler parlamentoya. Bu, kurulun başının altından çıkan bir şeydir. Yurt dışından ithal edilen filmleri bile seyredecekler. Ondan sonra o filmler Anadolu’da sinemalara girecek mi girmeyecek mi karar verecekler. Bu sansürden ötedir. Bunu ne 12 Mart'ta yaşadık ne de 12 Eylül'de yaşadık. Bu coğrafyada çıkacak olan her filmin senaryosunu okuyacaklar, çekildikten sonra da filmi seyredecekler ondan sonra çıkartılıp çıkartılmayacağına karar verecekler. Destek vermiş olsalar da olmasalar da bunu yapacaklardır. Bu da açık şekilde faşizmdir. Bunu ret ediyoruz. Sinema örgütleriyle beraber bu konuda çalışma yürütüyoruz ve birlikte bu konuda ne yapacağımıza karar vereceğiz. Çünkü bu sinemanın önünü tamamen kapatmak demektir.
Yıl boyunca yaşanan birçok baskıyı somut örneklerle değerlendirdiniz. En son Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’in başına gelenleri de sormak istiyoruz.
Bu sürece bire bir dahiliz. Ataol Behramoğlu, Bedri Baykam ve ben Sanatçılar Girişimi’nin, sözcülerindeniz. Olayın ortaya çıktığı andan itibaren müdahil olmaya başladık. Ama 350-400'e kadar çıkan bir imza durumu söz konusu. Ama ilk olarak 10 imza ile bir basın açıklaması yaptık. Bizimle beraber Nazım Hükmet Kültür Merkezi ve Kadıköy Tiyatrolar Platformu, Türkiye Yazarlar Sendikası, PEN, basın açıklaması yaptılar. Ülke bir seçime evirilmiş, ekonomik anlamda dibe vurmuş durumda. Uluslararasında prestiji sıfırlanmış. 460 milyar dış borcu olan bir ülkeden söz ediyoruz. İç borcu dağlar kadar. Ekonomik anlamda her şey durmuş, dibe vurmuş ve zorunlu bir biçimde seçime doğru gidiyor. Bu seçim olacak mı olmayacak mı? Bu konuda kaygılarım var. Genel veriler sanki her şey daha da sertleşecek ve seçim meselesi ötelenecekmiş gibi duruyor. Diliyorum tersi olur. Ama faşizm kaybedeceği seçime girmez. Dolayısıyla kaybetmemek için her şeyi yapar. Yapılanlar ve yaşadıklarımız da budur. Birinci elden öykülenerek, buradaki bütün kardeş hakların tamamına herkesi ötekileştirerek, herkese “sen kimsin, haddini bil” diyerek, bir had bildirme anlayışı var. Dayatılan şey budur.
Sevgili Metin Akpınar'la 15 yıl beraber çalıştım. Müjdat Gezen ile 45 yıllık bir dostluğum var. Bu ülkede ürettikleri şey hep ışık saçmaktır. İkisinin de yaptığı güldürürken bile düşündürmektir. Sinemada da tiyatroda da ürettikleri öyledir. Benim yaşım benden önceki kuşaklar ve sizin yaşınızdaki gençler halen Zeki Alasya ve Metin Akpınar filmleriyle ve Müjdat Gezen'in geçmişte yaptıklarını ve şuan yaptıklarını izliyorlar. Onunla büyüdüler. Öyle büyüyen büyük bir kuşak var ülkede. 81 milyonun nerdeyse 60-65 milyonu Metin Akpınar'ı ve Müjdat Gezen'i tanır. 80'i de tanır da ama 60-65 milyonu çok yakından tanır. İnsanların gözdesi, insanların onuru, vicdanı durumuna gelmiş yaratıcılardır. En üst perdeden bu iki insanın düşüncelerini hedef alıp, onları ötekileştiren, düşmanlaştıran, evlerinden gözaltı yaparak, mahkeme koridorlarına taşıyan, görüntüleri birlikte izledik. Buraya kadar getirmelerinin tek nedeni var. Bir gözdağı vermek, bir korku imparatorluğu yaratmak ve büyütmektir. Ama nafiledir.
Peki kültür sanat alanında bu kadar baskının nedeni ne?
Sanat eşitlikçi ve barışçıldır. Kardeşlik, özgürlük ve aşk ister. Sevinç ve akıl zenginliği yaratır. Sadece benim ülkemde değil, dünyanın her yerinde, sanatın bu haline törpülemek, kendilerinden yana kılmak isterler. Biat etmesini isterler. Oysa gerçek, gerçekliğin peşinde koşan sanatçı ve onun ürettiği sanat dünyanın neresinde olursa olsun biat etmez. Kendi yolunda durur ve kendi yolunda üreterek demin söylediğim hayata sevinçler katmanın peşinden koşar. Bu egemenlerin işine gelmez. Çünkü, esas olarak sanat ve sanatçı eleştirel olarak hayata baktığı için politik anlamda da ülkesinin ve dünyanın durumunu da tartar, bakar ve düşüncelerini söyler. Sanatçı bunu kendi düşüncesi olarak ifade edebilir. Ürettikleriyle de bunu söyleyebilir. Bu elbette ki egemenlerin, bu anlamdaki baskıcı, zorba hükümdarlıklar süren yapıların hiç bir zaman haz edebileceği bir durum değildir. Dolayısıyla yaşadıklarımız da bunun bir parçasıdır.
Bütün bunlara rağmen 2019’da bunları yaşamamak için neler yapılmalı?
Örgütlü olmak gerekir. Hayatın her alanında örgütlü olmak gerekiyor. Bunun için büyük ve geniş okumalar yapmış birçok sanatçı arkadaşınız gibi insanlık tarihine bakıyorum, düne bakıyorum. Ki ne yapmışlar da bu tür faşist baskıların, zulümlerin olduğu yerde sanatçılar, aydınlanma hareketi örgütlemeye çalışan halklar, insanlık ne yapmış da bu faşist örtünün altından başını kaldırabilmişler. Üreterek ve örgütlenerek. Örgütlemek temeldir. Sanatın her alanında müziğinden, sinemasına, edebiyatından, şiirine, romanına, tiyatrosundan operasına, balesinden, senfonisine varana kadar ayrıştırmadan bir araya gelebilmek, birlikte barışı, eşitliği ve özgürlüğü kışkırtacak toplumsal gerçekçi işler üretmek ve bütün bir Anadolu’ya sevinç yaymak. Bunun yolu bu. Bu bir ilk adım örgütlenmesidir. İkinci adımı da birlikte üretmektir. Bunun başka hiç bir yolu yok. Çünkü biat etmeden yapılacak, üretilecek tek alan sanattır. Biat edenden sanatçı çıkmaz. Dolayısıyla Saray’a devşirdiği ve yamağı yaptıklarını isim isim sayabiliriz. Hiç birinin de ürettiğine sanat denmez.
Her şey güzel olacak. Bütün bunları söylüyorum bir umutsuzluk olsun diye değil. Bunlar bildiğimiz şeyler. Ama her şey değişecek. Çünkü, Bu coğrafya Şeyh Bedrettinlerin, Pir Sultan Abdalların, bu coğrafya Karacaoğlanların, Yılmaz Güneylerin, Ruhi Suların, Nazım Hikmetlerin, Uğur Mumcuların, Deniz Gezmişlerin, Yusuf Aslanların, Hüseyin İnanların, bu coğrafya Anadolu’da barışı, kardeşliği, eşitliği, özgürlüğü, halk için mücadele edenlerin coğrafyasıdır. Burada gericilik ve faşizm maya tutmaz.
MA / Sadiye Eser – Ferhat Çelik