İSTANBUL - “Sûr: Ax û Welat” belgeselinin yönetmeni Hicran Urun, gösterimin polis tarafından engellenmesini, “Sur belgeselini engelleyerek orada yaşananları yok sayamazsınız. Sur kocaman bir gerçek ve karşımızda duruyor” sözleriyle tepki gösterdi.
Sur Belgeseli Kolektifi, İstanbul'un Şişli ilçesinde bulunan Cemil Candaş Kültür Merkezi'nde bugün gösterimi planlanan "Sûr: Ax û Welat" adlı belgesel, polisin engellemesi üzerine iptal edildi. Filmin yönetmenleri Hicran Urun ve Zana Kibar, belgeseli nasıl yaptıklarını anlatarak, engellenmesine de tepki gösterdi.
‘AMAÇ SUR’U ANLATMAKTI’
Sokağa çıkma yasaklarının olduğu Cizre, Sur, Nusaybin’de yaşananların sadece Kürtleri ilgilendiren bir mesele olmadığını söyleyen Hicran Urun, belgeselle orada yaşananları duyurmayı ve bir farkındalık oluşturmayı amaçladıklarını belirtti. Belgeselde yer alan bir annenin "Sur’da tanklar, toplar konuştu, anneler sustu” sözlerini aktaran Urun, “Biz oradaki annelerin, insanların, gençlerin, kadınların şahsında aslında Kürtlerin ne söylemek istediğini anlatmak istedik. Sur halkı; ne yaşadığını, ne talep ettiğini ve bu talepleri karşısında nasıl bir muameleye maruz kaldığını kendi sözleri ve duygularıyla anlattı. Belgeselin amacı, biraz da buydu” dedi.
‘HER BİRİNİN CİDDİ HİKAYELERİ VAR’
Sur’da yaşananları tam olarak vermenin mümkün olmadığını da dile getiren Urun, “Sur özelinde Cizre, Nusaybin, Şırnak, Gever’i de anlatmak istedik. Konuştuğumuz, sohbet ettiğimiz, paylaşım içine girdiğimiz her insanın farklı bir hikayesi vardı. Her birinin ayrı bir belgeseli çekilecek kadar çok ciddi hikayeleri vardı. Biz onları bir araya getirip bir şey yapmaya çalıştık. Ancak, hepsini yansıtmak mümkün değil. Elimizden geldiği kadar onları bir araya getirip onların sözleriyle bir şeyler anlatmaya çalıştık” diye konuştu. Sur halkında kararlı bir irade ve güçlü bir duruş gördüklerini ifade eden Urun, “Bizler yaşananlara uzaktan baktık. Ama onlar bire bir o savaşı yaşadılar ve çok büyük bedeller ödediler. Bu ödenen bedellerin yanı sıra çok dik bir duruş ve iradeleri vardı” dedi.
‘KOLEKTİF YAŞAMI İŞLEDİK’
Belgeselde göç üzerine durmaya çalıştıklarını dile getiren Urun, “Sur, ikinci kez göç almış bir yerdir. 90’larda Cizre’den, Mardin’den evleri, köyleri yakılmış halk; çoğunlukla Sur’a göç etmiş. Bugün Sur’da yasak ile birlikte yaşanan ikinci bir göç söz konusu. Belgesel, bunu konu ediniyor. İkinci kez göç ettirilen halkın Sur ile bağı nedir? Buna bakmak istedik" dedi. Oradaki insanların Sur ile büyük bir bağ kurduklarını söyleyen Urun, "Bunların en büyük etkilerinden bir tanesi oradaki o kolektif yaşam olsa gerek. Oradaki kolektif yaşam ve insanların o yaşam ve mekan ile olan bağını belgeselde işlemeye çalıştık” dedi.
Her hikayenin etkileyici bir yanının olduğunu ifade eden Urun, “Bu kadar bedele ve emeğe rağmen hala dimdik ve dirayetli durabilmek, kararlı duruşu kaybetmemek beni en çok etkileyen şeydir. Aynı zamanda umudu da bu insanlardan alıyorsunuz. Bu kadar bedele, savaşa, kayba rağmen bu insanların kararlı duruşu size çok büyük umut da aşılıyor” diye konuştu.
‘YAŞANANLAR YOK OLMUYOR'
İzlenmeyen bir belgeselin engellenmesinin tek nedeninin içinde "Sur" isminin geçmesine bağlayan Urun, "Belgeselin ismi 'İstanbul' olsaydı hiç böyle bir engellemeye ihtiyaç duymayacaklardı. Sur isminin onları rahatsız ettiğini biliyoruz. Ancak siz Sur belgeselini engelleyerek orada yaşananları, Sur halkını yok sayamazsınız. Sur kocaman bir gerçek ve karşımızda duruyor. Orada yaşananlar er ya da geç yüzümüze çarpacak. Bugün belgeseli engelleyebilirsiniz; ama o anneler ve gençler yaşananların birebir tanıklarıdır. Siz gözlerinizi kapatınca onlar yok olmuyor" dedi.
"Sur'u yok saymak isteyenler aynı zamanda salon yetkililerine 'HDP etkinliğine nasıl izin veririsiniz' denilmiş" diyen Urun, şöyle devam etti: "Bu belgeselin HDP ile bir ilgisi yok; ama HDP'yi de yok saymak isteyenler Meclis'e bakmayabilirler. 6 milyon insanı görmezden gelebilirler; fakat onlar görmezden gelince HDP ve o 6 milyon insan yok olmuyor. Kaldı ki Meclis'te olan bir siyasi partiyi de illegalize etme gibi bir durum var. Hem il hem de ilçe emniyeti gösterimi engellemek için iki kere salona gitmiş ve salon yetkilileri üzerinde izin vermemeleri için baskı kurmuş. Bu baskı sonucunda salon yetkilileri bize 'Önce emniyete gidin onlardan izin alın' dedi. OHAL ile başlayan bu süreçte birçok konunun zaten hukuksuzca ilerlediğini biliyoruz. Fakat burada şunu da görüyoruz ki; emniyet, polis artık sadece 'güvenlik' değil, kültür bakanlığı, kaymakamlık, vali yani kısacası her şey yerine kendini koyuyor. Sanırım 80'lerdeydi filmleri sinema salonlarında yayınlatabilmek için önce gidip karakoldan izin almanız gerekirdi. Yaşananlar o günleri hatırlatıyor. Bir belgeseli gösterebilmeniz için muhatabınız 'karakol' bu korkunç bir şey.”
‘YAŞANAN O KADAR ÇOK ŞEY VAR Kİ BELGESEL EKSİK’
Filmin diğer yönetmeni Zana Kibar da, Sur’da yaşananların bir kısmını ancak verebildiklerini belirterek, şunları söyledi: “Başka bir çalışma için Sur’a gittiğimde orada bir anne ‘Ben daha önce farklı evlere gittim hiçbir yer de sabrım gelmiyor. Niye bu evi tuttum biliyor musunuz? Çünkü merdiven taşları bazalt taşlardan yapılmış’ dedi. O anne bütün yaşananların yanı sıra, bir ayakkabıyı çıkartamadığı için hayıflanıyordu. Çünkü ayakkabı savaş görmüş bir ayakkabıydı. ‘Ben onu çıkartıp herkese göstermek istiyordum’ diyordu. O savaşta şarapnel parçası, mermi, roket ve yanık izi varmış. Düşünebiliyor musunuz o eve hayıflanmıyor, eşyaya hayıflanmıyor, o bütün hikayeyi anlatabilecek bir ayakkabıyı Sur’dan çıkartamadığına yanıyor. Bu bizim belgeselde yer almıyor. Yine belgeselde yer almayan diğer bir hikaye ise bir tane baba kızın hikayesidir. Kızı, ‘Ne zamanki sessizlik olduğunda o zaman ürküyordum. Çünkü her sessizlikten sonra daha büyük bir yıkım, daha büyük bir saldırı başlıyordu’ diyor. O kadar çok yok diyeceğimiz hikaye var.” Bütün bunlardan kaynaklı belgeselin ismini “Eksik” koymayı bile düşündüklerini belirten Kibar, “Sur’un çok az bir hikayesini anlatabildik” dedi.
‘ONLAR ÖLEN GENÇLERE YANIYORDU’
Kibar, Sur ve Cizre ile ilgili gözlemlerini şu sözlerle anlattı: “Biz buradan baktığımızda, acılarına, kayıplarına yanarken, oraya gittiğimizde ise insanlar o gençlere yanıyordu. Belki en çok duyduğumuz söz, ‘Ah o gençler yaşamını yitirmeseydi’ oldu. Aynı şekilde Cizre için de geçerlidir. Biz, Cizrelilere yanarken, Cizre’ye başka bir çalışma için gittiğimizde Cizreliler oraya gidip bodrumlarda yanan 90 öğrenciye yanıyordu. ‘Biz zaten ölüme alışmışız; ama bari onlar ölmeseydi. O gençler o çocuklar bizim için öldüler’ diyorlardı. Bizzat olayı yaşayan insanlarda daha bir kararlılık var. Orada yaşamını yitiren kişilerin karşı bir mahcubiyet duygusu vardı. Bu anlamda orada yaşayan ailelerin, oradaki kararlılığı, mekana olan bağlılıkları, o dönem karşısındaki tutumları benim için etkileyici bir durum olmuştur.”
“Toplumsal bir özeleştiriye ihtiyacımız var” diyen Kibar, şöyle devam etti: “Sur, Cizre Gever, Nusaybin, Silopi halkı ile bir dayanışma içerisinde olmamız eleştirilebilir ya da bunun pişmanlığını toplum, halk olarak yaşamamız lazım. Her anlamıyla bizim özeleştiri vermemiz gerekirken yine Sur’da göç edenler özeleştiri veriyor. Çünkü diyorlar ki ‘Biz çıktık yaşıyoruz; ama çocuklarımız gençlerimiz çıkmadılar. Onlar öldüler.’ Öyle bir mahcubiyeti yaşarken bizim bu süreçte hiçbir mahcubiyet pişmanlık içinde olmamız sorgulanması gereken bir durumdur.”
‘ENGELLEYİCİ BİR ATMOSFER VARDI’
Belgesel çekimleri sırasında var olan atmosferin çok rahatsız ve engelleyici olduğunu aktaran Kibar, “Oraya gittiğimiz dönemde de hala devam eden bir abluka vardı. Çatışmaların da olduğun mahalleler, bütün ara sokaklar dahi beton bloklarla kapatılmıştı. Çatışmalar, operasyonlar bitmiş olmasına rağmen izin verilmiyordu. Oradaki yıkım çatışmalardan sonra kepçelerle devam ediyordu. Oraya ait görüntüler almak istedik; ancak uzak yerlerden, binaların tepelerine dahi kamerayla herhangi bir çekim yapamayacağımız söylendi. Görüştüğümüz kişiler açısından da bizim için rahat bir durum değildi. Çünkü biz görüştükten sonra onların başına ne geleceği kaygısı hem bizde hem onlarda vardı. Daha önce buna örnek de yaşanmış. Siz çıktıktan sonra polisler gidip o kişileri gözaltına alıp, hatta tutuklayabiliyor. Her an kameranıza ya ekipmanlarınıza el konulabilir ya da siz gözaltına alınabilirsiniz. Böyle bir atmosfer içinde ister istemez seni kısıtlıyor, sen de kendini kısıtlamak zorunda kalıyorsun” dedi.
MA / Sadiye Eser