DİYARBAKIR - Kürtlerin sözlü anlatım geleneğinin büyük bir avantaj olduğunu belirten sanatçı Kemal Kahraman, "kültürel hafızanın" önemine dikkati çekerek, "Güçlerine dayanarak Seyit Rıza'nın adını silebilirler, ama hafızalarımızdan silemezler" dedi.
Dersim müziğinin önemli temsilcilerinden Metin-Kemal Kahraman kardeşler, yaklaşık 30 yıldır üretmeye, söylemeye devam ediyor. İkili, kendi eserlerinden oluşan birçok albümün yanı sıra başta Dersim coğrafyasından derledikleri eserleri de dinleyicileriyle buluşturdu. Diyarbakır'ın Sur ilçesinde bir araya geldiğimiz Kemal Kahraman ile kendi çalışmaları, müzik, sanat ve siyasete kadar birçok konu üzerine konuştuk.
Son dönemde birçok kentte konserler verdiniz. Nasıl geçti, dinleyicilerden nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Öncelikle çok yerde konser veremiyoruz. Evet, bir ısrarımız var ama süreci biliyorsunuz. Ben 2014’te Türkiye’ye geri geldim. Aktüel olan bütün siyasi süreçler, her ortamı etkiliyor. Türkiye’de de siyasi ortam çok hızlı değişebiliyor. Bugünden yarına yeni durumlar gelişebiliyor. Bizim de kendi sanatımızı icra ettiğimiz alanlar hemen politize ediliyor.
Örneğin, İstanbul’da biraz sıkışmış durumdayız. Şişli Kültür Merkezi ile Kadıköy Halk Eğitim Merkezi arasında gidip geliyoruz. Başka hiçbir salonda yer bulamıyorsunuz. Memleketimizde, bölgemizde, seçimler oldu. Kazananlar kazandı, kaybedenler kaybetti. Bölgede de belediyelerimiz kazanmıştı ancak çok kısa bir süre içerisinde yeniden kayyumlar atandı. En güzel salonlar yeniden bize kapatıldı. Yine düğün salonlarına ya da türkü bar ortamlarına mecbur edildik.Çok şikayetçi değiliz, her yerde sanatımızı icra ederiz. Çok büyük, konforlu salonlar da olmak zorunda değil. Ancak bunlar varken, bizi ve dinleyicilerimizi müzik için düşünülmemiş mekanlara mecbur etmeleri bir politikadır. O anlamda sıkıntılıyız.
Anlattığınız böylesi zorlu koşullarda sizi dinlemeye gelenleri tepkileri nasıl oluyor?
İstanbul’da sık sık konserlerimiz oluyor. Maviş Güneşer'in "Ax De Vaji" albümünün yeni çıkması vesilesiyle Dersim'e iki girişimimiz oldu. Orada da 250-300 kişilik salonumuz var. Onun dışında Diyarbakır, Van, Mardin, Batman gibi kentlere istisna gibi gelebiliyoruz. Şimdi de kendi özel arkadaş çevremiz üzerinden kurduğumuz ilişkilerle buradayız. Dinleyicinin tepkisi çok güzel. Dinleyiciler siyasi süreçlerin, durumun farkında. Dinleyici de daha uygun, müzik için kurulmuş ortamlarda bizi görmek istediğini söylüyor. Ama şarkılarımızı söylemeye başladığımız andan itibaren büyük bir keyifle birlikte söylüyoruz. Coşkulu, cömert bir dinleyicimiz var. Dinleyicilerimizi seviyoruz, bölge dinleyicilerimizi özellikle seviyoruz.
2015’ten bu yana Türkiye'de hem siyasal hem de yaşam anlamında iyi şeylerden söz etmek mümkün değil. Bu süreç boyunca birçok katliam yaşandı yine kayyumlar, ihraçlar gibi birçok kötü şeyden söz etmek mümkün. İnsanların nefes alabileceği ortam yok. Bu atmosfer sizin sanatınızı ve üretiminizi nasıl etkiliyor?
Sanat ırmak gibidir. Akar, kendi yolunu bulur. Zaten öyle olmazsa, sanat olmazdı. Sanat; sözünüzü söyleyemediğimiz ortamda sözünüzü söylemenin imkanıdır. Farklı imkanlarla kendinizi ifade edemediğiniz en baskıcı ortamlarda bile sanat; insanın kendi iç ve düşünce dünyanızı yansıttığınız bir imkandır. Sanatın gücü burada doğdu. Direkt hayatla bağı olmasaydı, gerçekten baskıcı ve şiddet ortamları sanatı çökertmiş olurdu. Aksine baskıcı dönemler ve ortamlar sanatı kamçılıyor. Bastırıp yok etmek bir yana, çok güçlü sanat eserlerinin çıkmasına sebep olabiliyor. Baskıcı ortam, sanatın, hayat alanlarının var oluşunu engelleyemez. Salonlar kapatılırsa, biz evimizde toplanır, çalarız. Onu yapamazsak, bir kafede toplanırız. Sonuçta insanın olduğu her yerde müziğin, şiirin yeri var. Baskıcı ortamlar sanatın önüne geçemez. Bizi daha kötü salonlara, tekniklere mecbur edebilir ama sanatın önüne geçemez.
Kürt müziğini genel olarak değerlendirecek olursak, geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz. Ve özellikle de ayrı bir kategoride yer alan Dersim müziğinin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Son 30 yılın bize öğrettiği en önemli şeylerden biri; yazı tarihteki en büyük siyaset ve manipülasyon aracıdır. Sözün hafızası yazının hafızasından duru ve derindir. Bizler Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim halkları olarak bu topraklardaki sözlü hafızayı temsil ediyoruz.
Aslında Kürt müziği, Zaza müziği, Türk müziği kavramlarının sanat açısından çok verimli olmadığını düşünüyorum. Bölgelerin müzikleri var. Kültür bölgeleri var ve bu bölgelerin kendi makamları, melodileri ve söyleme tarzları var. Botan diyoruz; Serhat diyoruz; Dersim diyoruz; daha geniş Balkanlar var, Karadeniz kültürü var. Dersim’de aynı melodi ile söylenmiş Kürtçe, Zazaca, Türkçe türkü bulabilirim. Ondan dolayı müziğin Kürdü, Türkü, Zazası yok. Diller, Kürtçe, Zazaca, Türkçe müzik var. Müzikal yapılara, melodilere, armonilere, ritimlere baktığımızda aslında bölgeler var. Bu bölgelerde de dilleri aşan bir söyleme tarzı gelişiyor. Bu anlamda Kürtçe müzik açısından baktığımızda, 90’larla kıyaslayıp bugüne bakarsak, bugün gerçekten Kürt çevrelerinde yetişmiş müzisyenimiz çok. 90’larda biraz yoksulduk. Niyetimiz güzeldi, müzik ve sanat yapmak istiyorduk ama bunun alt yapısına sahip değildik. 90’lardan itibaren hem kendi geliştirdiğimiz kurumlarımız hem de gençlerimizin biraz daha ufkunun açılmasıyla, okumuş, yazmış, konservatuar bitirmiş gençler daha çok. Fakat bir kısırlık, tıkanmışlık var. Bu genel ortamdan da bağımsız değil. Siyaset, kültür ortamından ve sürecin bize dayattığı ortamlardan bağımsız değil. Bir tıkanıklık görüyorum.
Daha genel bir zeminden bir şey söylenmeli; öğreniyoruz, okullara gidiyoruz, müzisyenlik öğreniyoruz ama nasıl bir müzik yapmamız gerektiği konusunda kafamız karışık. Bu konuda biz de Türkçülük, modernizm üzerinde gelmiş bir kompleks mi denir, illa kendimizden öte bambaşka bir şey yaratma arzusu var. Ben bu bakış açısının tersine çevrilmesi gerektiğini düşünüyorum. Kaldığı kadarıyla yeniden otantik alanlara dönmemiz lazım. Özellikle 90’lardan itibaren bölgemizde otantik kültür alanları çok eritildi, herkes büyükşehirlere göçertildi. Kürt dilinin yaşadığı hayat alanları da boşaldı. Bunları temsil edebilen insanlar şehirlerin varoşlarında kimsenin haberi olmadan yaşayıp öldüler. Ama yine de bu konuda çalışan arkadaşlarımıza hem de bu konuda iddialı olan kurumlarımıza diyorum; yeniden sözlü hafızaya dönmemiz, son kaynaklarına mutlaka ulaşmamız lazım.
Kürtçe ve Zazaca en güzel ve en doğru söyleme tarzını öğrenebileceğimiz okul burasıdır. Yüzlerce, binlerce yıldan gelen bir söylem geleneğimiz var. En büyük zenginliğimiz budur. Bizim yazılı kültüre geç geçişimiz sanıldığı gibi dezavantaj değildir. Çok büyük bir avantajdır. Çünkü son 30 yılın bize öğrettiği en önemli şeylerden biri; yazı tarihteki en büyük siyaset ve manipülasyon aracıdır. Sözün hafızası yazının hafızasından duru ve derindir. Bizler Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim halkları olarak bu topraklardaki sözlü hafızayı temsil ediyoruz. Bütün insanlık kendi köklerini ararken, bu topraklara geliyor. Bu topraklardan çıkacak kaynaklara bakıyor. Yerin altından çıkacak verilere bakıyor. Diyoruz ki; bütün bu veriler insanlığın hafızasını bize anlaşılır kılacak, önemli kaynaklardır. Ama en az onlar kadar değerli, yerin üstünde de devam eden, yaşayan bir hafıza var. Kırılmış, dökülmüş, hırpalanmış, olabilir ama burada da yerin üstünde bir hafıza var. Kürtçe bunun en önemli kaynaklarından ve taşıyıcılarından biridir. Bu hafıza ile buluşup, sözün hafızasından yazıya ve yazılı tarihe bakmak, sadece Kürtlüğe ve Zazalığa değil, bütün insanlığa söyleyecek, sözleri olan bir durum yaratabilir.
Mesela Şahmaran tartışması, kökleri Gılgamış’a, Gılgamış’ın evveliyatına giden bir masaldır. Bunu en iyi sözlü hafızayla bugüne kadar getirebilen bölgemizin insanıdır, bizim kültürümüzdür. O yüzden Kürt müziği şöyledir, böyledir tartışmasını yürütmekten öte, benim gördüğüm en temel tartışma noktası budur. Yüzümüzü tekrar sözlü hafızaya ve sözlü hafıza taşıyıcılarına dönmemiz lazım. Kültürel hafızayı anlamaya çalışmamız lazım. Türk Dil Kurumu veya Türk Tarih Kurumu gibi kurumlara özenip, ideolojik yapay hafızalar üretmeyi Kürtlük adına kazanç saymamamız lazım. TDK’nin yarattığı en büyük tahribat, bizzat Türklük hafızası üzerinde olmuştur. Bütün Türklük bugün ideolojik bir hafızayla kendini tarif eder. Biz ise kültürel bir hafızanın temsilcisiyiz. İdeolojik hafıza her dönemde bir gücün temsilcisidir. Dolayısıyla "sizi döverim" der ve herkesi kendi rengine boyar. Kültürel hafıza ise kendisi için yeni hayat alanları arar. Düzleri boyayan hegemonyadan kaçmak için yerine göre dağlara sığınır, onun ulaşamayacağı alanlara gider. Bizler dağlı bir halkız. Bizim karakterimizi belirleyen dağdır. Sözlü hafızayı temsil etmemizin temel imkanı bu dağlara sığınmamızdır. Anadolu’nun da en derin sözlü hafızası dağlardadır. İster Toroslara gidin ister nereye giderseniz gidin, ne kadar yükseğe çıkarsanız, o kadar derin bir hafıza ile buluşursunuz. Gençlere, kurumlarımıza, şöyle söyleyeyim; ideolojik bir hafıza kurmak yerine kendi kültürel hafızamızı anlamanın yöntemlerini geliştirmeliyiz. Bunun ifade imkanlarını aramalıyız. Kendi makamlarımız, armoni imkanlarımız, ritimlerimiz bunları çağın ve zamanın modalarına uydurmak yerine, bunlar da değerdir. Kaybolan, bizim sırtımızı döndüğümüz tarafta kalanlardır. Bir an önce bunları kayıt altına alıp, bizden sonraki kuşağa, sözden bize nasıl devrolmuşsa öylece aktarmayı sorumluluk olarak görmemiz lazım.
Sorunun ikinci kısmına dönecek olursak Dersim müziği için neler söyleyebilirsiniz?
Dersim’in de farklı bir karakteri var. Türkiye siyasi sınırları içerisinde Alevi nüfusunun yoğun olduğu tek bölge. Türkiye geneli için yüzde 99’u Müslüman denir. Dersim özgünlüğünde yüzde 99 Alevi dediğimiz bir bölgedir. Alevilikte müzik ibadetin bir unsurudur. Bağlama çalmak, bağlama ile cem cemaat yürütmek, deyişlerle, beyitlerle, klamlarla bütün o teolojiyi, kurumsallığı aktarmak, bizim kaynaklarımızdır. Bunlar Alevi öğretisini aktaran sözlü hafıza imkânıdır. Değişler, beyitler, birinin aşka gelip söylediği şeyler değildir. Aşksız değillerdir. Hepsi en yüksek aşk hissiyatıyla söylenmiştir. Ama bunlar temelde zaten var olan bir öğretinin ve mana sisteminin yeniden yeniden üretilmesi ve söylenmesidir. O anlamda değişlerden, beyitlerden Alevi teolojisini, yani yaradılış kurgusunu, insan algısını, tanrı algısını, her şeyle ilgili tüm teorik kurguyu bu beyitler üzerinden öğreniriz. Ve kuşaktan kuşağa aktarırız. Dolayısıyla müziğin sadece bir keyif almaktan öte hayatın direk içinde bir yeri var. Güzel söz söylemenin ve bunu müzikle söyleminin bir değeri ve itibarı var. Alevilikte müzik, yani o aşıklık bir mertebedir. Çok itibar görür, değer görür, el üstünde tutulur. Güzel söz söyleyen, güzel bağlama çalan, güzel müzikler yapan insanlar el üstünde tutulur. Dolayısıyla hayatın bütün dokusunu işlemiş bir söyleme geleneği vardır. Bu bizim kuşaklarımıza geldiğinde körelmiştir. Zengin ve canlı bir hayat alanı varken, bizim dönemimizde daha da gerilemiştir. Biz o kaynakla, damarla yeniden buluşmaya çalışıyoruz. O kaynağın, damarın bugünkü icraatları olmaya çalışıyoruz. Dersim’de de müziğin böyle güzel bir yeri vardır.
Biraz da sizin müziğinizi konuşmak istiyorum. 90’lardan bugüne müzik yapıyorsunuz. O günlerden bugüne bir Metin Kemal Kahraman külliyatı oluştu diyebiliriz. Bundan sonra Metin Kemal Kahraman nasıl ilerleyecek?
Masal başladığı yerde biter ve daireyi tamamlar. Şahmaran'ın kültür tarihinde yeri nedir, Gılgamış ile ilişkisi nedir, ölüm-ölümsüzlük temasıyla ilgisi nedir? Gılgamış’ta ölümsüzlük peşindedir. Şahmaran'da bir ölümsüzlük öyküsüdür.
Bizim 90’lardan itibaren yayınladığımız albümlerimiz; bir taraftan kendi solo şarkılarımız, kendi bestelerimizi icra ettiğimiz eserler var. Bir diğer taraftan da tercihlerimiz üzerinden Dersim sözlü hafızasını kayıt altına almak, onları öğrenme gibi bir çalışma süreci var. Öğrenme sürecimizde biz fark ettiklerimizi imkânlarımız ölçüsünde dinleyicilerimizle paylaşmaya çalıştık. Bir taraftan "Deniz Koydum Adını", "Renklerde Yaşamak", "Ferfecir", "Meyman" gibi kendi şarkılarımız üzerine kurulu albümler yayınlarken, bir taraftan da 1990’lardan itibaren, ilki 1995’te 1938 ile ilgili hazırladığımız dokümanter bir video, 1997’de "Yaşlılar Dersim Türküleri Söylüyor" diye bir Dersim müziğini örnekleyen dokümanter çalışmamız vardı.
Dersim’deki Alevi literatürünü Zazaca ve Kürtçe örneklerini öne çıkararak, hani yoktur denilen, Aleviliğin ibadet dili Türkçedir diye klişeleşmiş teze rağmen… Nasıl Zazaca’da, Kürtçe’de beyitler, deyişler varmış, cem cemaat nasıl Zazaca, Kürtçe’de gülüyormuş, nasıl bir literatüre dayanıyormuş, bunun örneklerini sunan, paylaşan çalışmalar yaptık. 2010’da Şahmaran’ı yayınladık. Şahmaran, çok önemli, derin bir tartışmadır. Sadece bir masal olmaktan öte ki çok mükemmel bir masaldır. Ama bu hikâye boyutu bir tarafa, diğer taraftan kültürler ve dinler tarihinde Şahmaran sembolüdür. Şahmaran çift cinslidir. İki cinsi kendinde toplayan tanrının adıdır. Zazaca Şahmaran’da, insan tarafı erkektir, sakallıdır ve yaşlıdır. Diğer motiflerin hepsinde kadındır.
Evet, sizin albümünüzde "Şahmaran belki de lokman hekimin oğludur" sözü ile başlıyor.
Böyle başlıyor evet. Bütün hikâye bu tezi, bu cümleyi anlaşılır kılıyor. Masal başladığı yerde biter ve daireyi tamamlar. Şahmaran çok mükemmel bir kurgudur. İşte kültür tarihinde yeri nedir, Gılgamış ile ilişkisi nedir, ölüm-ölümsüzlük temasıyla ilgisi nedir? Gılgamış’ta ölümsüzlük peşindedir. Şahmaran da bir ölümsüzlük meselesidir. Bunlar aslında insanoğlunun en temel varoluş sorularının metinleridir. Bizimde 1990’larda kendimiz adına sorduğumuz “Ben kimim?”, “Ben niye geldim?”, “Hayat nedir?”, “Ölüm nedir?”, “Ne için yaşamalı?”, “Ölümsüzlük mümkün müdür?”, “Mümkün değilse bu sınırlı hayatı ne için yaşamalı?”, “Aşk nedir?" Bütün bu varoluş sorularının cevabını arayan bir metindir. Gılgamış’ta öyledir. Gılgamış bir destan değildir. Gılgamış kendi döneminin kutsal kitabıdır. Yani insanlığın en temel varoluş sorularını soran ve buna cevap arayan bir metindir.
Buradan bizim çalışmamıza dönecek olursak en büyük projemiz, 30 yılın birikimini sözlü kültür kütüphanesinde birleştirmektir. 25-30 senede Dersim özgünlüğünde yaptığımız sözlü kültür çalışmalarını ki bunlar hayatın her alanını ilgilendiren eserlerdir. Müzik ve şarkılar derlemek için başlamıştık işe ama çok kısa bir zaman içerisinde fark ettik ki, dili, masalları, şarkıları, her şeyi kayıt altına almak önemli. Çünkü her şeyi avucunuzdan akıp gidiyor. Bizden önce ölen kuşakla birlikte bir sürü değer gitti. O zaman biz kendi imkânlarımızla her şeyi kaydetmeliyiz. Hiç bir şeyi bilmiyorum diyen bir insan bile Zazaca, Kürtçe ya da hangi dili konuşuyorsa, "bize lütfen hayat hikâyeni anlat, o dilde konuş biz onu kaydedelim" denilmeli. Amacımız sözlü kültür kütüphanesi oluşturmak, 30 yıldır biriktirdiğimiz değerleri herkesin faydalanabileceği bir kütüphaneye dönüştürmek istiyoruz.
Kütüphane deyince illa yazılı bir metin değil. Bir web sitesi kurmak ve bütün bu kayıtları bir kütüphanede olduğu gibi kategorize ederek, 38 anlatıları, masallar, ağıtlar, aşiret kavgalarında ölenlere yakılan ağıtlar, devletle kavgada ölenlere yakılmış ağıtlar gibi kategoriler çerçevesinde sınırlandırıp, herkesin dinleyip izleyebileceği ve okuyabileceği, hatta zamanla bunları İngilizce ve Türkçe’ye çevirip, başka dillerde okunmasını sağlamak gibi büyük bir projemiz var. Bunu yapabilirsek, belki de Metin Kemal Kahraman külliyatı ilk kez görülmüş olacak.
Yakın zamanda Dersim 38’de yer alan bir askerin günlüğü yayınlandı. Okuduğunuzda insanın kanını donduran, "kötülüğün sıradanlığı" denecek ölçüde, yemek yer, su içer gibi bir soykırımdan söz ediş var. İlk kez duyulan şeyler değil ama bir kez daha duymak neler hissettirdi? Ve aslında bir dönem Recep Tayyip Erdoğan'ın devlet adına özür dilemesine rağmen yüzleşme adına bir adım atılmadı.Bu koşullarda yüzleşme mümkün mü?
Bunlar hep günlük siyaset oyunları. Herkes böyle gördü, kimse, bir değer yüklemedi. Yeni çıkan günlük meselesi, bunların hiç biri bizim için yeni değil. Bunların hepsi meseleyi biraz daha anlamak için belgeler, kaynaklar. Biz zaten 30 senedir en az yüz iki yüz kişiden bu kötülüğün sıradanlaşmasına ilişkin akla hayale gelmeyecek fantezilerle dolu zulüm süreçlerini gördük, hikayelerini dinledik. 1935’ten 38’e kadar dönem gazetelerini kitaplaştırmak lazım. Dönemin Cumhuriyet’ini okusanız, dönemin medyasının meseleyi nasıl tartıştığını, gördüğünü, o kitaptan gördüğünüz şeylerden hiç farkı yok. Dönemin medyası zaten bu dönemin meşruluğu içerisinde soykırımı çok büyük çok ilerici bir hareket olarak görülüyor. Barbarların, ilkellerin, gericilerin, tasfiye edildiği bir ilericilik hareketi olarak görüyor. Dolayısıyla öyle bir meriyet üzerinden bütün basında konuşuluyor, tartışılıyor, yazılıyor. 25 sene öncesinde hepimizin elinde Mehmet Bayrak’ın getirdiği bir orijinalin fotokopisi olarak vardı; “Genelkurmay belgelerinde Dersim” diye. Devlet kendisi, zaten neyi nasıl yapacağını, niye yapacağını anlatmış. Yeni bir kaynağa ihtiyaç yok, her şey aleni.
Vatan Partisi, Dersim tarihi ve kültüründe önemli bir yere sahip olan Seyit Rıza'nın adının ve heykelinin kaldırılmasını istedi. Dersimli bir sanatçı olarak bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
O heykel dikilmeden de Seyit Rıza vardı. Çünkü bir haklılığı, hakikati temsil ediyordu. Onlar bastırdıkça gönlümüzde, aklımızda, zihnimizde, daha da yukarı çıkan, daha da ilahlaşmaya yaklaşan bir isme dönüşüyor.
Bunlar olur. Seyit Rıza heykeli kaldırılabilir. O sokağın, meydanın adı silinebilir. İyi de Seyit Rıza heykeli 10-15 senedir orda. O meydan Seyit Rıza’ya o adı vermedi, bizim hafızamızda Seyit Rıza’ydı. O heykel oraya dikilmeden de Seyit Rıza’ydı. Çünkü bir haklılığı, hakikati temsil ediyordu. Bir zulüm sürecinde mazlum pozisyonundaydı. Onlar bastırdıkça gönlümüzde, aklımızda, zihnimizde, daha da yukarı çıkan, daha da ilahlaşmaya yaklaşan bir isme dönüşüyor. Pir Sultan’ı silebiliyor musunuz? Pir Sultan’ı asmışlar mesela. “Kırk yıl dağda gezdim geyikler ile” diyor. Böyle bir zulüm sürecini kendisi yaşamış. Ama bu sözünü ettiğim sözlü hafıza o değeri hatta bütün değerleri, mükemmelleştirerek bize kadar getirmiş. Bunlar hep aktüel siyasettir. Bu hep onların zulmünün yeni yeni uygulamalarıdır. Akılları başka bir şeye çalışmaz. Düşünce, kültür, oluş dünyaları budur. Başkasını yıkalım, onu yasaklayalım, bunu keselim, Kürdün dilini atalım… Bu onun kendine layık gördüğü zulüm dünyasının yoksullaşmasıdır. Kendi derdine yansın. Bu düşünce dünyası içerisinde olanlar, Seyit Rıza’nın adını oradan silebilirler, bunu güçlerine dayanarak yapabilirler ama bu bizim hafızamızdan Seyit Rıza’yı silmez. Onu yeni bir Pir Sultan yapar, yeni bir Nesîmî yapar. Onlar da kendi yapmışlıklarıyla, kendi yoksul, zalim düşünce ve siyasetlerini göstermiş olurlar.
Yakın dönemde bir grup aydın tarafından Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında yaşayan halkların dil ve kültürlerini korumak amacıyla Dil ve Kültürler Ağı kuruldu. Bu tarz çalışmaları nasıl buluyorsunuz?
1990’lardan beri diller, kültürler, bölge halkları hep konuşuluyor. Ne yazık ki hem kurumlarımız hem bireysel yönlü çabalarımız bu konuda bir şey getiremedi. Niyet güzel ama perspektif yok. Belediyeciliğimizde öyle oldu. Bunu da söylememiz lazım. Şimdi yine mazlum pozisyonundayız, o yüzden konuşamıyoruz. Belediye başkanlarımız alındı, devletin şiddeti söylemek istediklerimizi söyleme konusunda bir kez daha düşünmemize sebep oluyor. Ama bence HDP 1990’lardan itibaren yaptığı belediyeciliği oturup temelden, tepeden tırnağa bir tartışmak zorunda. Herkese açarak tartışmak zorunda. Aslında çok güzel şeyler yapabilirdik, dillerimiz, kültürlerimiz, inançlarımız için.
Bu konuda farklı bir iş yapma tarzımız ve adabımız olduğunu gösteremedik. Belediyeciliğimiz işte; Diyarbakır’dayız, canım yanıyor. İstanbul’da ne kadar beton görüyorsam onun kat be kat fazlasını Diyarbakır’da görünce, bizim demek ki idare etmekte bir farkımız yok diyorum. İş yapma tarzımızda, belediyeciliğimizde, şehirciliğimizde, kültürlere, dillere yaklaşımda bir fark yaratamamışız. Zazaca mesela; 1990’lardan beri bir Kürt mücadelesi var, geldiğimiz noktada UNESCO Zazaca’yı ölmek üzere olan diller listesine aldı. Bu savaş sürecinin kendisi de bir şey getirmemiş, tam tersine belki de var olan hayat alanlarının çökmesine imkan vererek, karşı tarafın saldırılarıyla daha da kötü duruma geldik.
Bugün en azından halen böyle bir niyet varsa, niyeti yine de samimi bulalım, çabayı önemli bir başlangıç olarak kabul edelim. Özellikle en alttakilerden başlamak lazım. Mesela Êzidîlikten, Kürt kurumlarının hepsi Êzidîliği övüyorlar ama bununla ile ilgili hiç bir şey bilmiyoruz. Hiçbir çalışma yok. Bu dilin, kültürlerin bizzat temsilcilerine geri dönmemiz lazım. Kayıtlar, sözlü arşivler, birikim oluşturmamız lazım. Bunu da ehil insanların denetiminde herkesin faydalanabileceği bir kurumsallığa dönüştürmemiz lazım. Bu anlamda değerli bir çalışmadır, niyet güzeldir. Ama yöntem olarak en azından böyle bir şey tercih edilirse, alana dönülürse, kaynak olarak en doğru, taşıyıcılar neredeyse bulmalı. Dünyanın her tarafına dağıldık. Dağlardan indik, kendi şehirlerimizin varoşlarındayız. En büyük Kürt nüfusu bir klişe ama İstanbul’da. Botan’dan, Serhat’tan zamanında İstanbul'a göç edip, şuanda herhangi varoş bir mahallenin yoksul bir evinde ölmek üzere olan bir yaşlımız yok mu? Her gün görüyoruz, yaşıyoruz. Bunlara gitmemiz lazım. Dağda ise dağa, şehre kaçmışsa şehre, en önemli taşıyıcılara gitmeli. Süryaniler, Êzidîler, Kürtçe, Zazaca, Ermeniler için… İlk önce kaynak yaratmamız lazım. Yerli olma avantajına dayanarak, dillerin, kültürlerin hayat alanının burası olduğunu bilerek, onu ziyaretiyle, taşıyla, toprağıyla, giyimiyle, kuşamıyla, düğünüyle, derneğiyle, cenazesiyle, bütün hayat alanlarıyla, ifade imkanları ve yaşam yöntemleriyle her şeyi kaydetmemiz lazım. Bakın ondan sonra nasıl bir şey çıkacak; biz sadece Zazaca üzerinden yaptığımız çalışmayla bütün dinler tarihine, kültür tarihine, sözün hafızasından bakabilecek bir perspektif geliştirdik. Hele böylesi Kürtçenin, Ermenicenin, Êzidîliğin, Doğu Hristiyanlığının kendi orijinal hayat alanlarında, o dili ve inancı temsil edenler üzerinden öğrenilmesi ve tespit edilmesi, bütün dinler, kültürler tarihine ilişkin çok bambaşka bir perspektif açabilir.
MA / Dicle Müftüoğlu - Özgür Paksoy