HABER MERKEZİ - PKK Lideri Abdullah Öcalan, 2009'daki Yol Haritası'nda Türk-Kürt ilişkilerinin tarihsel önemine dikkat çekerek, "Cumhuriyet tarihinin en büyük krizi" olarak tanımladığı Kürt sorununda çözümün ilk şartının sivil anayasa olduğunu kaydetti.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne Kürt’e bakışı değişmedi. Geride bıraktığı 101 yılda inkar edilen, krizlerin derinleştiği dönemlerde "var sayılan" Kürt sorunu çözüme kavuşturulmadı. Bu durum 22 yıllık AKP iktidarında da sürdü. Amed’de var sayılan Kürt sorunu Ankara’da hep yok sayıldı. Kürt sorunu bu kez her konuşmasında yok sayan, inkar eden, hedef alan MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından gündeme getirildi. Her fırsatta hedef aldığı DEM Parti’nin sıralarına giderek tokalaştı. “Kürt sorunu yoktur” dese de “muhatap” tartışması başlatarak var olduğunu itiraf etmiş oldu. İttifak ortağı Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da Bahçeli’nin bu çıkışına destek verdi. “İç barış” üzerinden Kürt-Türk birlikteliğine vurgular yapıldı, İmralı’da ağır tecrit koşullarında tutulan PKK Lideri Abdullah Öcalan’a çağrılarda bulunuldu.
Bu tartışmalar, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Kürt-Türk ilişkilerindeki tarihsel diyalektiği ortaya koyan “Türkiye’de Demokratikleşme Sorunları, Kürdistan’da Çözüm Modelleri” başlıklı Yol Haritası’nı hatırlattı. Abdullah Öcalan, 2009 yılında sunduğu Yol Haritası’nda son günlerde iktidar kanadının dilinden düşmeyen Kürt-Türk ilişkilerinin tarihsel geçmişine ışık tutuyor, Kürt sorununu ele alıyor ve çözümüne işaret ediyor.
Abdullah Öcalan, Türk-Kürt ikilemindeki ilişki ve çelişkileri daha yakından ve somut olarak değerlendirmenin sorunsallıkları ve çözüm olasılıklarını aydınlatıcı kılacağının altını çizerek, zorun amansız girdabında ne sorunların ne de çözüm yollarının yeterince bilince kavuşamayacağını belirtti. Abdullah Öcalan, “Aydınlanmanın, bilincin kendisi eğer hakikate yakınsa, çözümün yarısına varılmış demektir. Diğer yarısı açılan yolda uygun adımlarla yürümektir” vurgusu yaptı.
ANADOLU KAPILARI ARDINA KADAR AÇILDI
Tarihsel geçmişi ele alan Abdullah Öcalan, Selçukluların boy ve bey olarak Kürdistan sınırlarına vardıklarında, İslam kardeşliği silahıyla Bizans’a karşı ortak savaş önerdiğini hatırlattı. Kürtlerin kendileri de ezici çoğunluk olarak İslam’ı benimsediğini ve Bizans karşısında sıkça gerileme durumunu yaşadıkları için ortak savaş stratejisine destek olduğunu ifade eden Abdullah Öcalan, bu dönemde yaşanan gelişmelere dair şu hatırlatmalarda bulundu: “Sultan Alparslan 1071 Mayıs’ında o dönem Kürtlerin başkenti sayılan Meyafarqîn’de (Bugünkü Silvan) Kürt beyleri ve aşiretleriyle ittifak arayışı içindeydi. Hem beylerden hem boylardan sağladığı ve yarı yarıya Kürtlerden oluştuğu tahmin edilen güç ilavesiyle dönüm noktası sayılan Ağustos 1071 zaferine erişecektir. Kürt boy ve bey kuvvetlerinin bu savaştaki rolü doğru çözümlenmeden, Kürt ve Türk boy ve beyleri arasındaki ilişkiler yeterince çözümlenemez. Zafer stratejikti. Anadolu’nun kapısını Türk boy ve beylerine ardına kadar açıyordu. Kürt boy ve beyleri içinse Bizans tehdidini ve sonuçlarını ortadan kaldırıyordu. İlişkilerin böylesi bir temele oturması çok önemlidir ve geleceğin belirlenmesinde esas rol oynayacaktır.”
ORTAK YAŞAM KÜLTÜRÜ
Abdullah Öcalan, bu süreçte esas olarak Türk boy ve beylerinin İç Anadolu, Batı Akdeniz ve Karadeniz’e doğru açılan Anadolu’da yoğunlaşırken, Kürt boy ve beylerinin de yerleşim yerlerini ve güçlerini geliştirmekten geri kalmadığını belirtti ve şöyle devam etti: “Türk boy ve beyleri hiçbir zaman Kürtlerin egemen, yerleşik oldukları mekânları ve bu mekânlardaki kültürel geleneklerini ele geçirmeye, sahiplenmeye yeltenmediler. Aralarındaki stratejik ittifak, dayanışma ve ortak yaşam kültürü bunu gerektirmekteydi. Bu arada Ermeni ve Süryani halkları da daha çok kentlerde varlıklarını dostça sürdürmeye devam ettiler.”
OLUMLU İLİŞKİ DAHA BASKIN
PKK Lideri, yine bu dönemde Kürdistan’da Artukoğulları, Karakoyunlular ve Akkoyunlular adında bazı Türk beyliklerinin kurulduğunu, ancak bunların kısa ömürlü olduğunu, dayandıkları boyların da çoğunlukla doğal asimilasyonla Kürt kültürü içinde eridiğini söyledi. Abdullah Öcalan, bu gerçekliğin izlerinin bugün dahi görüldüğüne dikkat çekerek, Kürtlerin ise İslamik dönemde çok sayıda yerel beylikle birlikte aşiretler ve kabileler halindeki toplumsal yaşamlarını ağırlaşan sorunlarıyla sürdürdüğünü kaydetti. Abdullah Öcalan, Türk boylarında olduğu gibi üst tabaka çeşitli uygarlıkların hizmetinde beyliklerini geliştirdiğini, alt kesimler Kurmanc olarak ayrı bir kategoriye ayrıştığını, Kürtlerde bu dönemde Arap-Bedevi ve Türk-Türkmen ikilemine benzer bir ayrışmanın hız kazandığını ifade etti.
PKK Lideri Öcalan, yaklaşık olarak 1500’lü yılların başında Osmanlı saltanat dönemine kadar Türk ve Kürt bey ve boy ilişkilerinde aralarında zımni de olsa birbirlerinin hukukuna saygı, dıştan her iki ana kesime yönelik tehditlere karşı ortak bir strateji ve buna bağlı hareket etmenin ağır bastığını anımsatarak, “Olumlu ilişki yanı olumsuz çelişki yanından daha baskındır. Aralarında sistematik bir çelişki ve çatışma dönemi gözlemlenmemektedir” dedi.
TÜRK-KÜRT İMPARATORLUĞU!
Abdullah Öcalan, Kürt-Türk ilişkilerinde ikinci önemli stratejik aşamanın Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu’ya açılmasıyla başladığının altını çizerek, “16. yüzyıl başlarında İran’da Şialık temelinde yükselen Safevi Hanedanlığıyla Kürt beylikleri arasında artan gerginlikler mezhep çelişkileriyle iyice artmış bulunmakta ve Anadolu üzerinde de gittikçe artan bir etkiye sahip olmaktaydı. Aynı çelişki Mısır odaklı Memlûk sultanlarıyla da yaşanmaktaydı. Memlûkların etkisi de Akdeniz ve Güneydoğu üzerinden artmaktaydı. Kürt beyliklerin konumu stratejik bir rol oynuyordu. Hangi tarafla ittifak etseler Ortadoğu’nun hegemonik gücü onlar olacaktı. Osmanlı Sultanı Yavuz Selim’in adeta iki eşit güç arasında gerçekleştirdiği stratejik ittifak yaklaşımı tarihsel sonuçlarını vermekte gecikmedi. Yapılan ittifak, Kürt beyliklerine geniş özerklik ve hükümet olma yetkisi tanımaktaydı. İttifaktan öteye, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi bir Türk-Kürt İmparatorluğu’na yol açmaktaydı. Tarihe dikkatle bakan bir gözlemci, daha M.Ö. 2000 başlarında Hitit-Hurri-Mitannilerin ilk uygarlık denemelerinde Anadolu-Mezopotamya ortaklığının stratejik niteliğini görebilecektir. Biri diğersiz edemiyor. Ekonomik-politik ilişkiler hızla birbiriyle bütünleşmektedir. Osmanlıların muhteşem yüzyılında bu tarihsel olgu kendisini yeniden kanıtlamaktadır” diye belirtti.
KÜRTLERİN TÜRKLERDEN AYRIŞMAMASI
PKK Lideri, yeni statü ile birlikte Sünni Kürt beyliklerinin İmparatorluk içindeki ağırlıklarını arttığını, Alevi ve Êzidî Kürtlerin durumuyla Kurmanc kesimin sorunlarının ağırlaştığını, sınıfsal ve mezhepsel çelişkinin arttığını ifade etti. Yaklaşık 300 yüz yıl süren bu ortaklık statüsünün 19. yüzyılın başlarında kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya sızmasıyla bozulmaya başladığına dikkat çekerek, “Irak ve Mısır üzerinden bölgedeki etkisini artıran Britanya İmparatorluğu, Süleymaniye merkezli bir milliyetçilik geliştirmeye çabaladı. İlk isyan Süleymaniye yöresinden Baban aşireti liderlerince gerçekleştirildi. Yaklaşık iki yüz yıldır farklılaşarak yaşanan bu süreç Güney Kürdistan’da bugünkü yarım ulus-devlet pratiğiyle sürmektedir. 19. yüzyıldaki Kürt isyanları sınıf nitelikleri nedeniyle pro-kapitalist milliyetçidir. İmparatorluk bünyesindeki tüm milliyetler ulus-devlet temelinde ayrışmalarına rağmen, Kürtlerin Türklerden ayrışmamasının belirtildiği üzere tarihsel nedenleri vardır. İmparatorluğun devlet çekirdeğinin iki milliyetli üst tabaka ortaklığından kaynaklanan bir devlet zihniyeti söz konusudur” diye kaydetti.
TARİHSEL DİYALEKTİĞİ DOĞRULAYAN DENEYİMLER
Stratejik nedenlerin devletin doğuşundan beri iki alan içinde yükselen her uygarlığın ortak hareket etmesini gerekli kıldığını vurgulayan Abdullah Öcalan, aksi halde her iki alandaki toplumların varlığı ve çıkarları tehdit altında olacağını söyledi. Ortaya çıkan her siyasal ve ekonomik oluşumun, ortaklık halinde olmanın paha biçilmez değerini ifadelendirdiğini kaydeden PKK Lideri, Selçuklu ve Osmanlı Türk sultanlık deneyimlerinin bu tarihsel diyalektiği bir kez daha doğruladığına işaret etti.
KÜRT SORUNUNDA İLK RASTLANTILAR...
PKK Lideri Öcalan, bu dönemde tepedeki bey ve sultan arasındaki ortaklığın zamanla şeyh, ağa ve tüccar arasındaki ilişkiye dönüştüğünü belirterek, şöyle devam etti: “Sultan II. Mahmut’la (1808-1839) bu ilişkiler daha da bozuldu. Modernitenin bozucu etkisi her iki taraf arasındaki çelişkileri arttırarak, yüzyılı boydan boya bir isyan yüzyılına dönüştürdü. İsyanların sonuçsuz kalması ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ulus-devletçi yönde yeniden inşa çabaları iki milliyet arasındaki ilişkilerin geleneksel niteliğini bozdu. Genç Osmanlılar, Jön Türkler ve en milliyetçi kesimi olan İttihat ve Terakki Cemiyeti (1889) Türk ulus-devletçiliğini önce örtülü, sonra açıkça savunmaya başlayınca kopukluk arttı. Bunun karşısında Kürt milliyetçiliği de kendini göstermeye koyuldu. Modern anlamıyla Kürt sorunu bu döneme rastlar.”
SORUNU AĞIRLAŞTIRAN ETKEN: TÜRKÇÜLÜK!
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin komitacılığa başlaması ve İslami milliyetçilik yerine açıkça Türkçülüğe yönelmesinin sorunu daha da ağırlaştırdığını vurgulayan Abdullah Öcalan, “İki kesim oluştu: Soycu Türk milliyetçiliği ve İslami milliyetçilik. Kürtler İslami milliyetçilerle geleneksel beraberliklerini sürdürmeye çalıştılar. Nakşi şeyhleri, Mevlana Halit ve Said-i Nursi, ana akım olarak bu eğilimi temsil ediyorlardı. İmparatorluğun ve daha sonraki devlet oluşumunun ortak niteliğinde ısrarlıydılar. İslam, ümmet ideolojisi modernleştirilerek bu amaç için kullanılmaktaydı. Beylerden sonra (1878) nüfuzları ve toplumsal önderlik rolleri artan şeyh ve tarikat eğilimleri bu çizgiyi günümüze kadar sürdürmektedirler” dedi.
İTTİHAT VE TERAKKİ MİLLİYETÇİLİĞİ
PKK Lideri, İttihat ve Terakki Cemiyetinin ise, özellikle Balkan Savaşlarındaki (1912-13) yenilgisinden sonra Anadolu ve Mezopotamya arasındaki tarihsel ortaklığa bakmadan, devlet içinde ırkçı bir milliyetçiliğe yöneldiğini hatırlatarak, “Bu milliyetçilikte Kürtlüğe yer yoktu. Ermeniler gibi ya var oldukları toprakları terk edecekler ya da bir biçimde yok edileceklerdi. Bu politikayı besleyen Fransız pozitivizmiydi. Sadece güçlü olanın yaşama hakkı vardı; Darwin’in ‘Güçlü olan yaşar’ determinizmi, olduğu gibi bilimsel bir gerçeklikmişçesine topluma uygulanmak isteniyordu. Kapitalist modernitenin vahşeti burada bütün dehşetiyle kendini yansıtmaktadır. Sadece Ermeniler, Rumlar, Süryaniler ve Kürtlerin değil, Türkler ve Arapların da konumunu yaşanmaz hale getiren bu katı pozitivist ideoloji, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin elinde İmparatorluğun son bulmasıyla sonuçlandı. Fakat etkileri Cumhuriyet Türkiye’sinde de hâkimiyetini sürdürdü” diye belirtti.
KÜRTLERİN DÖRDE BÖLÜNMESİ
Abdullah Öcalan, Kürtlerin de diğer müttefikler gibi Cumhuriyet’in kurucu unsuru olduğununun altını çizdi ve şunları söyledi: “Kürtler, tarih boyunca olduğu gibi yine stratejik bir ortak olarak hem ümmetsel kurtuluşta hem de Cumhuriyet’in inşasında yer almışlardı. Britanya İmparatorluğu’ndan Musul-Kerkük karşılığında geriye kalan Misak-ı Milli sınırlarında ulus-devlet ayrıcalığı alınınca hem Kürtlerin dörde bölünmesi gerçekleştirildi, hem de içte kalan parçası üzerinde varlıklarını sona erdirmeye yönelik politikaya amansız bir hızla başlandı ve bu politika hep aynı hızla sürdürüldü. Bu arada şunu da belirtmeliyim ki, 1639’da İran Safevi Hanedanlığıyla yapılan Kasr-ı Şirin Antlaşması iki milliyet arasındaki stratejik ittifaka aykırıydı. Kürtlerin tamamına yakını Osmanlı İmparatorluğu sınırları dâhilindeydi. Misak-ı Milli sınırları kesinlikle Kürtler ve Türklerin birlikteliği üzerine inşa edilmişti. İngilizler ve Fransızlarla yapılan antlaşmalar, Misak-ı Milli’ye kesinlikle aykırıdır. Kürtleri tarihlerinin en ağır varlık-yokluk sorunsalına kilitleyen bu antlaşmalar, Türklerle Kürtler arasında sözü çok edilen bin yıllık ortaklığa ve kardeşliğe kesinlikle aykırıdır. Fakat sorulmayan soru, bu aykırı antlaşmalardan kimin sorumlu olduğudur. Hem Kürtleri bazı hegemonik güçlerle girilen ilişkiler sonucunda verilen tavizler karşılığında varlıksal olarak dörde böleceksin, hem de ‘Kürtlerden bazıları bin yıllık kardeşliği bozuyor’ diyeceksin!”
SOYKIRIMIN EŞİĞİNE GETİRİLMESİ
Gerçekleri gözardı eden bu yaklaşımın Kürt sorununu tüm Cumhuriyet tarihi boyunca kültürel soykırımın eşiğine kadar getirdiğinin altını çizen Abdullah Öcalan, “Kürt sorunu gerçekten bin yıllık stratejik dostluk ruhunu tamamen bir tarafa iten, inkâr eden anlayış ve uygulamalar nedeniyle sadece ekonomik, sosyal, siyasal ve askeri bir sorun olmaktan çıkıp, bir halkın kültürel varlığı-yokluğu meselesine dönüştü. İsyanlar (1925-1940) bu varlık-yokluk sorunundan kaynaklandığı gibi, bu amaç için kullanıldı da. İttihatçı zihniyet açık ki Kürtleri de hem devletten hem toplumdan dışlamak istiyor, toplum olmaktan çıkarmayı dayatıyordu. Onun için bu politika uzun yıllar boyunca sürdürülen ‘Kürtler var mı yok mu?’ sorununa dönüştü. Cumhuriyet’in kurucu unsuru olmaktan çıkarılıp bu yokluk sürecine sokulmanın ne denli dehşet verici bir yönelim olduğunu azıcık bir empatiyle anlamak gerekir. Kürt sorunu bölünme sorunu değil, yokluk sürecinden çıkma ve tekrar tarihe yaraşır stratejik dost, ortak ve kardeş olma konumuna ulaşma sorunudur. Bu gerçeği kavramak ancak vicdanlı bir empati anlayışıyla mümkündür” dedi.
ÇÖZÜMÜN İLK ŞARTI: SİVİL ANAYASA
PKK Lideri Abdullah Öcalan, 2009 yılında kaleme aldığı Yol Haritası’nda, Kürt sorununda çözümün yolunu da gösterdi. Bunun için yeni ve toplumsal konsensüse dayalı bir sivil anayasa ihtiyacı çözüm için başta gelen şart olduğunu vurgulayan Abdullah Öcalan, şunları belirtti: “Bu temelde tüm toplumsal kesimlerin konsensüsüyle garanti altına alınacak temel bireysel ve toplumsal haklarla, ifade özgürlüğü ve demokratik örgütlenme hakları belirleyici önem kazanmaktadır. Bireysel ve toplumsal özgürlükler ve haklar üzerinde yükselecek bir anayasa, Cumhuriyet’in demokratik, sosyal, laik ve hukuki niteliğini gerçek anlamda işlerliğe ve güvenceye kavuşturacaktır. Bu anayasal çerçevede diğer toplumsal sorunlarda olduğu gibi Kürt sorunu da çözüm yoluna konulabilecektir. Katı ulus-devlet gömleğini esneten bir Cumhuriyet, Kürtlerin bireysel ve toplumsal haklarını kazanması sonucunda, bölünmek şurada kalsın, tarihte hep kurucu unsur olarak rol oynamış temel bir direğin daha da sağlamlaştırılmasıyla gerçek ve kalıcı bir demokratik bütünlüğe kavuşmuş olacaktır. Bu temelde yaşadığı ağır travmalardan, sonu gelmez mal ve can kayıplarından, acı ve gözyaşlarından kurtulmuş olacaktır. Böylelikle ülke ve milletin güvenliği, kalkınması ve mutluluğu kalıcı kılınacaktır.”
EN BÜYÜK KRİZDEN ÇIKIŞIN YOLU
Abdullah Öcalan, tüm hızıyla devam eden, hem devlet hem toplum içinde yaşanan Cumhuriyet tarihinin bu en büyük krizinden nasıl çıkılacağının, mevcut güçlerin tavırlarıyla belirleneceğinin altını çizerek, “Tartışma ve demokratik anayasa arayışı bu krizin hem nedeni hem sonucudur. Daha doğrusu, ikisi birbirini doğuran aktif bir dinamizm içindedir. Kürt sorunu bu durumda yine başat konumdadır. Aslında bu gerçeklik tarihin derin bir ilkesiyle ilgilidir; o da toplumsal sorunların zorla bastırılamayacağı, fırsat bulur bulmaz kendini her zamankinden daha şiddetli biçimde hissettireceğidir. 1920-1925 dönemi bu açıdan tarihin en ilginç bir dönemi olarak adeta yeniden bir döngü halinde yaşanmakta, ama tüm kurucu müttefikler bu sefer bastırılmak için değil, vaktinde inşa edilemeyen demokratik cumhuriyeti yeniden inşa etmek için sanki işbaşına çağrılmaktadır. Tarihle şimdi arasındaki ince hat ve bunun döngüsellik olarak yorumu, bu gerçeği daha doğru kavramaya ve tarihsel rolleri oynamaya fırsat tanımakta ve şans vermektedir” diye belirtti.
DEMOKRATİK ÇÖZÜM TARİHSEL ÖNEMDE
PKK Lideri Abdullah Öcalan, demokratik çözümün tarihsel önemde olduğunu vurgulayarak, “Türkiye’nin demokratikleşme sürecine girmesi ile Kürt sorunundaki demokratik çözüm bir madalyonun iki yüzü gibidir. Bir yüz diğersiz olmaz. Çözümün Türkiye üzerindeki boyutlarını biraz somutlaştırmaya çalışırsak, daha aydınlatıcı olacaktır. Her şeyden önce ilkesel yaklaşım gözardı edilemez. İlkesi ve sistemi olmayan çözümler hem anlaşılır olmaz hem de günübirlik pansuman tedavisinden öteye sonuç vermez. Düşünülen çözüm, Batı kapitalist hegemonik sistemi ister dağılsın, ister devam etsin, tüm bu yapısal dönem boyunca uygulanması ve yaşanması savunulan bir çözüm olasılığıdır” önerisinde bulundu.
MA / Özgür Paksoy